Emperyalizme karşı tedbir almayıp, tarikatlardan kurtulmayan toplumlar, içten yozlaşarak parçalanmaya mahkûmdurlar
Bir önceki yazıdan devam
İmam hatip okulunda Erdoğan ve Numan Kurtulmuş
Hani her zaman Sayın Erdoğan “Eski Türkiye“ diye küçümser tavırla söylevlerinde yer verdiği ülkemizde, keşke imam hatip okulunda okurken kafasını kaldırarak realiteleri yaşamak durumunda kalıp, gerçek kamusal hizmet yapan siyasi kadroları inceleyip, etüt edip, onlardan feyz almış olsaydı diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Ancak onun eğitim gördüğü imam hatip okulunda, öğretmen olup, Türkiye’de “ilk türbanı takanlardan“ birisi addedilen, Isparta doğumlu, Gülhan Kavakçı anlatımıyla, öğrendiğim kadar, Recep Tayyip Erdoğan ile Numan Kurtulmuş, okulun en faal ve aktif öğrencileri arasında bulunduklarından, devamlı siyasi ve sosyal konularda, münazaralar, konuşmalar, tartışmalar yaparlarmış. Bu durum çerçevesinde diğer öğrenciler üzerindeki etkinlikleri devamlı artarak öğretmenlerin de dikkatini çeker düzeye gelirmiş. Numan Kurtulmuş’un, aynı okulda, hekim olan babası Dr. İsmail Niyazi Kurtulmuş’un ise, gece gündüz okulda kalıp, sıklıkla öğrencilerin dini konularda tartışmalarına eşlik ettiği görülürmüş.
Ülkede ilk başını örtüp, türban takma ile gündeme gelen, Gülhan Kavakçı hakkında da birkaç şey söylemek isterim. Haldun Taner’den tiyatro dersleri almış olması, inançları açısından dikkat çekicidir. Ayrıca imam hatip okulunda, öğretmen olduğu dönemde, babasının maddi katkısı ile öğrencilerini tiyatroya götürmesi ise, aldığı tiyatro dersleri etkisinde olduğunu anımsatmaktadır. Daha önce, başı açık olan Gülhan Hanım, üniversitede 3. yaz yani 2. sınıfta başını örtmeye karar vermiştir. Kendisi sık sık Beyazıt Camiine giderek namazını kılarmış. Liseyi bitirdikten sonra bir yıl Avusturya lisesinde “sekreter yardımcısı“ olarak çalıştığında, bazı modern düşünceleri öğrenmiş olmalıdır diye içimden geçirirken, onun o dönemde başörtülü olan Hümeyra Hhanımı görmesinin, hayatını değiştirdiğini söylemek mümkündür. Üniversitede okuduğu dönemde, ona Alman hocaların, özellikle Prof. Hertungs’un “şallı hanım“ dediklerini duymak beni şaşırtmadı. Başörtüsünün 1982 yılında çıkan kıyafet yönetmeliği çerçevesinde, yasaklanması akabinde, üniversite dekan yardımcısının kendisini çağırarak “hepimiz kardeşiz başınızı açabilirsiniz“ demesinin onda bir şok etkisi yarattığını anlamak zor olmayacaktır. Açmış mıdır? Hayır! Bu gelişen duruma babasının nasıl olumlu bir yaklaşım gösterdiğini ise anlamakta zorlanıyorum. Doktora için imtihana girecek iken, fakültenin sınavı kapatmış olmasının ise, ondaki şok etkisinin devamı olduğu muhakkaktır.
İmam hatip okuluna öğretmen olması için onu davet eden müdür Osman Öztürk, başörtülü olmasını kusur saymayarak, maalesef “gittiği yere kadar gider“ diyebilmiş yöneticilerden birisidir. Bu yöneticiyi, daha sonra çok daha farklı makamlarda görmek, “karşı – devrim“ hareketi çerçevesinde, şaşırtıcı olmamalıdır. Gülhan Hanım, başörtüsünden vazgeçmeyeceği için, Pakistan’la bile eğitimine devam etmesi için temasa geçmiştir. Oranın, İslami rejimlerden birisi olmasına rağmen, “güvenli bir ülke“ olmadığına karar verdikten sonra, Amerika’ya Dallas şehrine göç etmişlerdir.
Türkiye’de hemen herkes merak ederek bana defalarca birçok ortamda soruların başında, “Erdoğan’ın bu Kavakçı Ailesi ile yakınlığı nereden gelmektedir“ yer almaktadır. İşte Türkiye’de Fazilet Partisinden milletvekili seçilerek, TBMM içine ilk defa türban ile giren Merve Kavakçı, Gülhan Kavakçı’nın kızı olup, Türkiye’de tıp fakültesine giremeyerek, Amerika’da eğitim görüp bilgisayar mühendisi olmuştur. Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı olan babası Yusuf Ziya Kavakçı’nın, İran devriminin 1982 Yılındaki kutlamalarına İran’da katılıp orada yaptığı konuşma içeriğinde, “Türkiye’nin laik ve demokratik rejimini eleştirip, değiştirilmesi için var gücüyle çalıştığını“ açıkça ifade etmesi nedeniyle MİT ve diğer istihbarat birimleri tarafından izlenip hakkında raporlar tanzim edildiği bilinmektedir. Kendisi bir süre sonra rektörlük kararıyla görevden alınarak Libya’ya gitmiştir. Güncel olarak yaptığım tüm aramalarıma rağmen, o dönemde YÖK olmadığı için üniversiteden atılan Yusuf Ziya Kavakçı hakkında hiçbir rapor ve ilgili sicil dosyası bulamamıştım. Libya’da bulunduğu süreçte Muammer Kaddafi ile sık sık görüşüp kendisinden maddi manevi yardımlar almış olduğunu şu anda, Burkina Faso da Birleşmiş Milletler korumasında kalan Muammer Kaddafi’nin kızı “Aisha Gaddafi“ vasıtasıyla öğrenmiş bulunuyorum.
Yusuf Ziya Kavakçı ABD Dallas merkez cami ve kuzey Texas İslam birliği ruhani liderliği ve imamlığı yapmıştır. İşte burada en önemli konunun, bu kadar radikal birisi olan Yusuf Ziya Kavakçı ve ailesinin Amerika Birleşik Devletlerine kabul edilmesinin amacının çok iyi değerlendirilmesi ve istihbarat açısından konjonktürel analizinin yapılarak öngörü raporlarının hazırlanmasının önemi açıktır. Şeriatçılığı, ümmetçiliği bu kadar yüksek sesle dile getiren birisi ile hayatını birleştirmiş olan Gülhan hanımın, ne tesadüftür ki babası “Ethem Güngen“ yüzbaşı rütbesiyle katıldığı kurtuluş savaşında “madalya almış gazilerden“ birisi olması ise çok düşündürücüdür. Bu bana kurtuluş savaşı sürecinde “paşalar kavgasını“ anımsatmaktadır ki bir başka makalemde detayları ile ele alacağım.
İşte Recep Tayyip Erdoğan’ın, Kavakçı ailesiyle ilgisi, düşkünlüğü bu geçmiş anılara dayanmaktadır. Şeriat istemini çeşitli dillerde söyleyen Merve Kavakçı İtalya’da bir Hristiyan’la evlendi ve sonra dönüp Türkiye’de büyükelçi unvanı ile taltif edildi. Şimdi yine çok üst makamlara terfi ettirilmesi sürpriz olmayıp, Erdoğan’ın, geçmişe dönük, ahde vefasından, teşekküründen başka bir şey değildir. Onun kızının ise devlet protokolünde olmamasına rağmen Erdoğan’ın tüm gezilerinde özel olarak tercümanlık yapması ve en gizli bilgileri dışişleri mensuplarından bile fazla detaya sahip olmasının ise rasyonel bir açıklaması yapılamaz. Koca koleksiyonu yapan Merve Kavakçının Ürdünlü eşinden olan kızı Mariam Kavakçının “Cumhurbaşkanlığı Danışmanlığına “ getirilmesi ise Sayın Erdoğan’ın takdiridir diye açıklanması yeterli olmayacaktır diye düşünüyorum. Kamu vicdanını, yüksek enflasyon kapsamında ülkeyi getirdiği durumu, hiç düşünmeyen tek adam “demir yumrukla“ yönetimine devam etmekte ısrarlıdı ki değerlendirmesini sizlere bırakıyorum!!.
Muhafazakârlık ve AKP
Adalet ve kalkınma partisini (AKP) kuran kadroların tamamı gerek geçmiş yıllarda, gerekse günümüzde, devamlı olarak kendilerini “muhafazakâr“ olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla kendilerine, sorgulamadan biat etmiş olan halk kesimleri de onların paralelinde muhafazakâr olduklarını ifade ederek, diğer entelektüel, biat etmemiş, “soru soran, sorgulayan ve bireysel olarak karar verebilen“ kişiler üzerinde tahakkümlerini kurmak istedikleri görülmektedir. Ülkede “muhafazakâr“ tanımlaması içinde kendilerini ifade eden kesimlerin, hangi değerleri, muhafaza ettiklerini ben bu güne kadar anlamış değilim. Bunun yanı sıra, Sayın Erdoğan’ın ağzından düşürmediği “dava, davamız, davaya inanma“ kelimelerinin içlerinin nasıl doldurulduğu ise 23 yıldır iktidarda olmalarına rağmen halka net olarak açıklanmış değildir. Bu dava, ülkeye şeriat getirmek midir? İslam Cumhuriyeti kurmak mıdır? Totaliter bir rejim inşa etmek midir? Nedir? Bilinmemektedir.
Bu nedenle ben, muhafazakâr deyimini bir nebze olsun açıklamakta yarar görüyorum. İktidara gelmeden önce bile, kurucularının neredeyse tamamının “muhafazakâr“ olduğunu iddia eden Adalet ve Kalkınma Partisinin bu tanımlama içine girip girmediği bile her zaman, değişik ortamlarda tartışma konusu olmuştur. Bilindiği üzere, muhafazakârlık, aynı zamanda “tutuculuk“ olarak ifade edilir ki, “geleneksel toplumsal etmenlerin korunmasını destekleyen siyasi ve toplumsal bir felsefe“ olduğu doktriner seviyede, açıklanmaktadır. Bir diğer taraftan ise, kültürel ve uygar birikimlerini kaybetmeden “öz dinamiklerinin değişmesine direnç gösteren“, toplumsal kültürel değerlerin korunmasını savunan “siyasi bir görüş“ olduğu değerlendirilmektedir. Türkiye’de muhafazakârlık ise genelde “sağcılık“ olarak ifade edilmiştir. Muhafazakârlığın ülkede birlikte yaşam alanı bulduğu görüşler ve ideolojiler arasında “İslami demokrasi, İslamcılık ve milliyetçilik“ yer almakta olur ki, işte buradan doğan “muhafazakâr demokrasi“ kavramı da bu temele dayanmaktadır.
Bir diğer taraftan bakıldığında, ülkede muhafazakârlık anlayışının, “İslamcılık ve milliyetçilik“ ile fazla iç içe geçmiş olduğundan, bağımsız bir görüş olmadığı anlaşılmaktadır. Bazı batı istihbaratları tarafından tanımlanan “Erdoğanizm“ ise muhafazakâr demokrasinin kişiselleştirilmiş bir versiyonu olduğu iddia edilmektedir. Temel idealleri arasında, seçimsel onaya dayanan, fakat güçler ayrılığı, kurumsal denge, denetim ilkeleri ile hukukun üstünlüğünün ihmal edildiği, güçlü bir merkezi liderliğe, dinin ilham kaynağı olduğuna dair anlayışa sahip olduğu görülmektedir. Güncel uygulamalarda “Müslüman kardeşler“ ideolojisinin baskın karakter rolü oynadığı yadsınamaz bir gerçektir.
Karşı devrim çizgisinde AKP ile tarikat
Karşı – devrim, ifadesi yaşanan olaylar içinde çok önemli bir “Radikal hareket“ olarak değerlendirilmelidir. Ülke genelinde gerçekleştirilen, devrimci bir harekete karşı, muhalefet veya direnç olduğu unutulmamalıdır. Karşı-devrim tanımlamasının, iktidarı ele geçirmeden önce, devrimci bir hareketi yenme girişimlerini ifade edebileceği gibi, başarılı bir devrimden sonra “eski rejimi“ yeniden kurma çabalarını gündeme getirdiği bilinmektedir. Karşı – devrim hareketleri, birçok ülkede kendi yapıları kapsamında, yapılan devrimci hareketlere karşı gündeme gelmiştir. Fransa’da, Almanya’da, Birleşik Krallıkta, birçok karşı – devrim, isyan ve ayaklanma hareketleri görülmüştür. Örnekleme gerekirse, İtalya’da, karşı devrim ayaklanması, 18. yüzyılın sonlarında Napolyon’un ordusu tarafından fethedildikten sonra, tüm Fransız yandaş Cumhuriyetlerinde bir karşı – devrim yaşanmıştır. En iyi bilineni ise, Partenope Cumhuriyeti’ni deviren ve Bourbon hanedanının Napoli Krallığı tahtına geri dönmesini sağlayan, Kardinal Fabrizio Ruffo liderliğindeki gerici bir hareket olan “Sanfedismo hareketi“ olarak tarihe geçmiştir.
Avusturya imparatorluğunda, 1809 yılında Napolyon’a karşı “Tirol İsyanı“ adı verilen bir isyan gerçekleşmiştir ki, bu tamamen karşı – devrim hareketidir ve sonunda Tirol ismindeki hancı idam edilmiştir. İspanya’da ise, İspanya İç Savaşı bir karşı – devrim olarak değerlendirilmektedir. Karlist, monarşi ve milliyetçiliğin destekçileri 1936 yılında İkinci İspanyol Cumhuriyeti’ne karşı güçlerini birleştirerek karşı devrimci olarak savaşmışlardır ki bu durum marjinal olarak halen devam edebilmektedir.
Devamı bir sonraki yazıda…