Kabul edelim ki biz Türkler kendimizden şikâyetçi olmayı neredeyse gelenek hâline getirmişizdir. Biliyorum çünkü benzer şikâyetleri ben de yapıyorum. Ağzımızdan düşmeyen cümlelerden biri olan “biz böyleyiz işte” tenkit cümlesidir. Neden bunu yapıyoruz? Gerçekten öyle miyiz? Biz Türkler başka dünya uluslarından daha mı saygısız, tembel, umursamaz, acımasız mıyız? Yabancılar; onlar çok mu farklı? Yüzyıllar boyunca dünyanın her yerini ateşe veren, insanlarını öldüren, esir eden, topraklarını işgal eden, o topraklardaki bütün değerleri sömüren biz değiliz ki! Ama gördüğüm bildiğim kadarıyla “uygar” dediğimiz ülkelerde düzeni korumak için kanunlar vardır ve bunlar uygulanır.

Yani istilâ ettikleri halklara acımasızca davranan o insanlar kendi halklarını kanunlarla korurlar. Diğerlerine acımasızken kendileri söz konusu olunca hukukun sözü geçer. Meselâ polis sizinle tartışmaz, cezayı keser ya da kolunuzdan tutar götürür. Bizim polisimiz tartışır. Tartışmayı bile aşar, bağışlamayı tercih edebilir: “Bak bu defa ceza yazmayacağım ama bir daha yakalarsam affetmem!” Bu bir iddia değil, yaşayarak, görerek, duyarak birden çok kez şahit oldum. Bu hareket görevini yapmamak şeklinde görülür diğer ülkelerde ve hukuk polis memurunu pişman eder. Biz ise farklı gözle bakabiliriz. O kadar ki memurun ne kadar iyi kalpli, anlayışlı, babacan olduğunu konuşuruz.
Buna benzer binlerce olayı hepimiz yaşamışızdır. Bize göre o adam “garibandır”, parası olmadığı için çalmıştır, alt tarafı çaldığı nedir ki? Bir pide. Açtır ve parası yoktur garibin ne yapsın, ölsün mü? Üstelik fırıncı da memura bu defalık serbest bırakması için ricada bile bulunur. Hiç mi ceza almaz hırsız? Fırıncıdan bir tokat yer en fazla. Hattâ madem bu kadar açtın neden gelip istemedin der. Simitçilerde, ekmek fırınlarında “askıda ekmek” uygulaması var. Bence bu davranışımız için, için vicdanlı olduğumuzu gösteriyor.
Bu uzun paragraftaki görüşümü zaman içinde dinlediğim sohbetlerde anlatılanların içinde hafızamda yer eden iki örnekle desteklemek istedim. Birincisi gezintilerini kendi aracı ile tek başına yapan birinin hikâyesi:
Avrupa’dan yola çıkıp Asya’nın en ucuna kadar geze geze gitmek için yola çıkan bir mühendis Ankara’yı geçtikten sonra neresi olduğunu bilmediği bir yerde aracının arızalanması nedeniyle dağ başında kalıyor. Saat gece yarısını epeyce geçmiş. Kaputu açıyor ve vantilatör kayışının koptuğunu görüyor. Gece karanlığında tek başına. Ne gelen var ne geçen. O devirde cep telefonu da yok. Uzun bir süre tek başına uzaktan gelen çakal ulumalarını dinleyerek ve dua ederek bekliyor. Anlatıldığına göre saat 02.00 sularında bir kamyonun geldiğini görüyor ve durması için el sallıyor. Kamyon duruyor, şoför iniyor, doğal olarak Türkçe ne olduğunu soruyor. Durum hemen belli oluyor.
Bizim kamyoncu uzun yol nakliyecisi. Almanya’ya kadar gidermiş, gide gele çat pat anlaşacak kadar yabancı sözcükler öğrenmiş. Dertli seyyaha burada beklemesini, şehre döneceğini ve yardım getireceğini söyleyerek geri dönüp karanlıkta kayboluyor. Yaklaşık 1 saat daha geçiyor, kamyonumuz iki kişi taşıyan bir motosiklet eşliğinde dönüyor. Olay anlaşıldı değil mi? Bizim insanımız şehre geri döndü, tanıdığı oto tamirci dostunu uyandırdı, durumu anlattı ve gerekli malzemeyle geri geldi. İnanılır gibi değil, değil mi? Anlatan bir Alman mühendis olmasaydı belki kimse inanmazdı diye düşünüyorum.
İkincisi de farklı sayılmaz. Bir sahil kentimize giden yabancının amacı, gideceği yerden önce yol üzerinde olduğunu öğrendiği bir köye uğrayarak yurtdışında tanıştığı bir gence uğramak. Yabancı köye giden yolu geçtiğini fark ettiğinde sapaktan en az 20-25 kilometre uzaklaşmıştır. Kenara çeker durur. Hep olduğu gibi yanında bir araba durur ve sürücüsü yardım ister mi diye sormak için yanına gelir. Durum anlaşılır. Yardıma gelen kişi gitmesi gereken yolu tarif eder ama yabancının pek anlayamadığına karar vererek ona kendisini takip etmesini söyler. İki araç geri döner. Yardımsever, misafirperver vatandaşımız sapağa gelince durur ve yabancıya sapakta 2 kilometre kadar gidince köye varacağını söyler. Yazmama gerek var mı bilmem ama vatandaşımız yabancının teşekkür babında kendisine vermek istediği parayı asla kabul etmeden döner ve kendi yoluna devam eder.
Bu sohbetimi daha pek çok örnekle zenginleştirebilirim. Her birini gerek yaşadım gerekse sözüne inandığım dostlarımdan dinledim. Çoğumuzun da anlatacak böyle anıları olduğuna inanıyorum. Diyorum ki kendimizi hor görmekten vaz geçelim. Sayısız hikâye savaşta bile düşmanına insanca davranan bir geleneğin insanları olduğumuzu anlatır. Bu iddiama en sağlam ve duygusal örneği de paylaşıp bitiriyorum: Ateş kes anında askerimizin, cephenin orta yerine yaralanıp düşen İngiliz’i siperinden çıkarak kucaklayıp düşman siperlerindeki arkadaşlarına teslim edişi savaş hikâyeleri arasında bir efsane değil midir?
Sohbeti bir yabancının sözleriyle bitireyim istedim:
“Dikkatimi çeken bir diğer nokta ise misafirperverlikti. Türkiye’de insanlar müşterilerini karşılamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Küçük bir dükkâna girdiğimi ve hiçbir şey satın almadan önce dükkân sahibinin bana çay ikram ettiğini hatırlıyorum. Bu sadece satış yapmakla ilgili değil, ‘Hoş geldiniz’ demenin bir yolu.”