Beklenen şarkı: Ülkemiz daha sıcak, daha kurak olacak. Suyumuz yetişmeyecek…
Doğu Anadolu bunun dışında. Dağlardaki karların erimesi ile oluşan Fırat, Dicle, Kızılırmak gibi su kaynaklarının geçtiği yerlere göz dikenler kimler? Su havzaları Türkiye’nin hazinesi olduğu gibi, bütün ülkelerin de hazinesi elbette. Su kaynaklarını korumayanın geleceği olmaz.
Zamanında İstanbul’da Küçükçekmece Gölü su havzası olarak ilan edilmişti. Bölge yemyeşildi ve bir tane yapı yoktu. 1980’lerin sonunda İSKİ Küçük çekmeceyi su havzası olmaktan çıkardı.
O dönemde İSKİ genel müdürü Orta Doğu Teknik Üniversitesinden mezun bir arkadaşımızdı. Bir ODTÜ mezunları toplantısında kendisine “Çok yanlış yaptınız, su havzası inşaat alanına dönecek” dedim. Yanlış yaptık, özür dilerim dedi. Aman diyene el kalkmaz, sözümü orada kestim. Ancak yıllarca yapılan işi düşündükçe üzüldüm. Küçükçekmece’den her geçişimde her yeri, dağı taşı bina, beton içinde görünce, içim sızlardı.
Peki su havzalarını bile yok eden zihniyet nereden geliyor?
Ormanları kesen, yakan zihniyet ne ise su havzalarına çöken zihniyet de o.
Zeytin tarlalarını kesip, biçip maden arayarak para peşinde koşan zihniyet neyse, su havzalarını işgal etme zihniyeti de o.
Gerçekte Avrupa ile Türkiye arasında anlayış farkı var. Avrupa’da yüzyıllardır yerleşim yerlerinin sınırları değiştirilmemiş olarak duruyor. Bizde ise “imar gelecek, tarlama arazime inşaat yapacağım” beklentisi var. Hatta büyükşehir belediyeleri, ilçe belediyeleri nazım planları, yani imar planlarına esas olacak prensipleri çizip ilan ederken beklentileri de beraberinde getiriyor. Önce şuralarına imar gelecek, daha sonra da buralara…
Bu yaklaşım çok tehlikeli. Parası olan üzerinde bina yapılamayan tarlaları alıp, uykuya yatıyor. Günü gelip de imar gelince adam bir gecede zengin oluyor.
Oysa her yerin bir imar tanımı var. Arsa, tarla, ticari alan yeri, su havzası filan… Yani tarla statüsündeki bir yer ekilir, biçilir, tarım işi yapılır. Orada yapılabilecek olan inşaat, yani bağ evi de tanımlıdır. Ancak buraya bağ evi yerine apartman dikmek isteyenler maalesef siyaseti etkiledi. Her yer bina doldu. Üstelik binayı da pahalı oluyor diye mühendis mimarlara yaptırmadılar, kendini usta ilan edenler binaları dilediği gibi yaptı. Sonra bir deprem, ardından bir çığlık “devlet nerede!”
İşte Türkiye’de oynanan oyun böyle. Yapabiliyorsan hazine arazisini işgal et, kaçak bina yap, sana elektrik su bağlansın, sonra tapusunu al, sat git, başka yerleri işgal et.
!970’lerde İstanbul’da hazine arazisini parselleyip satan arazi mafyası silahlı adamları ile bölgeyi korurdu. Bu arada aldığı “parsele” birkaç yıl çivi çakamayan birisi bir bakardı ki yerine başka birisi çökmüş, gecekondu yapmış.
Bugüne gelirsek, arazilere el koyanlar yandaş müteahhitler.
Peki, on yıllardır bilim adamları ne diyordu: dünyada sıcaklık artıyor, Türkiye de bunun dışında değil. Ormanlar yok ediliyor, inşaatlar yapılıyor. Bu da yağmur rejimini olumsuz etkileyecek dediler. Bilim insanlarının dediği gibi oldu.
Orman yandı, arazisine bina yapıldı, su havzaları da inşaat alanına dönüştü. Sonra ne oldu?
Yapılan barajlardan gelen sular musluklara yetişmez oldu. Yeraltından 10 metreden çekilen sular gittikçe daha derine 500 metrelere kadar çekildi.
Belediyeler evlerden emlak parası alırken, bahçelerdeki çimler bol bol sulandı, havuzlu evler itibarlı villa sayıldı.
Evet sonuçta sayfiye kentleri, susuz köylere dönüşüyor.
Bunun çözümü var mı? Tabii ki var. 1976’da Libya’da çalışırken bir kentin (Tobruk) kullanma suyunun tamamı deniz suyunun arıtılmasından karşılanıyordu. Almanlar, sanki petrol rafinerisi gibi muhteşem bir tesis kurmuştu.
Peki bu sistem Türkiye’de çalışır mı? Tabii ki çalışır, ama bu sistem kuruluncaya kadar Türkler yöreleri boşaltır. Zaten suyun parası petrolden pahalı olur. Oraya Araplar yerleşir.
Yağmacı, talancı zihniyetimizi mutlaka değiştirmeliyiz. Çocuklarımızın geleceğimizi yok ediyoruz.