Bu kez sizlere, beni oldukça etkileyen bir kitaptan bahsedeceğim. Nesiller arasındaki farklılıkların farkında olan insanların kendilerinden sonraki neslin davranışlarına, zevklerine, eğlence tarzlarına, birbirlerine karşı tavırlarına bakarak birçok ilişkinin bozulduğunu düşündüklerini görüyoruz. Hattâ bazılarımız, kendilerinden sonraki nesle acıyarak bakar ve gittikçe kötüleşen, yaşam şartları zorlaşan dünyamıza geldikleri için onlar adına üzülürler. Buna mukabil, Aynı neslin insanları geriye, yani kendilerinden önceki nesillerin yaşamına baktıklarında, çoğunlukla onlardan şanslı olduklarını düşünürken, onların çeşitli ilişkilerindeki inceliklere ise hayran olmaktan kendilerini alamazlar. Bu kitap, son yazdığım cümleyi onaylayan bir kitaptır.

Benim gibi seksenden günler çalmaya başlamış olanlar ve daha büyükleri, eskiden saygı vardı, bugün kalmadı diye düşünürüz. Hattâ sevgi de farklı anlam kazandı desem? Aşkın zarafeti yerini kaba sevişmeye mi bıraktı? Aşk ile seks arasındaki uçurumun üstüne, bugünkü nesil bir köprü kurdu, geçti, gitti mi? El ele tutuşmanın heyecanı bir an önce son merhaleye geçmekle yer mi değiştirdi? Tanıtacağım kitaptaki saygı ve sevgi ifadeleri benim için bile yadırganacak kadar eski, ama elimde değil, sevginin ve saygının böyle şairane ifade edilmesine hayran olduğumu itiraf etmeliyim.
Ertuğrul firkateyni faciasını hepimiz biliriz: Abdülhamid’in Japonya’ya dostluk ziyaretine gönderdiği Ertuğrul Firkateyni 11 Eylül 1890 günü dönüş yolculuğu sırasında battı. 500’ü aşkın denizcimiz şehit oldu. Bu evlâtlarımızın her birinin kendi hayat hikâyeleri vardı ve hikâyelerini yanlarına alıp okyanusun derinlerine göçüp gittiler. Olayı hazinleştiren ince noktalardan biri olan ve Hasa-Âli Yücel’in dedesi (annesinin babası) ve Ertuğrul’un süvarisi olan Ali Bey’in muhteşem bir aşkla bağlandığı eşine yazdığı mektuplar sanki bir dönemin iletişim tarzındaki inceliği bizlere aktarmak istermişçesine günümüze ulaştı. Kitap, bu mektupları günümüz okurlarına sunuyor (*)
Ali Bey’in “Otuzunda loğusa yatağında bıraktığı” karısına, “Kırk günlük ikizleri Mevhibe ile Rauf” isimli çocuklarına ve başta anne ve babasıyla diğer yakınlarına duyduğu engin sevgi, karısına ve arada diğerlerine yazdığı mektuplarda, göz yaşartacak şekilde vücut bulmuş. Okudukça zamanın terbiye anlayışının ne kadar farklı olduğunu görüyoruz. Saygı, her türlü hitabın vazgeçilmez kuralı olmalı değil mi? Günümüzdeki “Sayın…” ya da “Karıcığım, anneciğim, babacığım…” benzeri pek de heyecanlı olmayan başlangıç cümleleri bile günümüz insanını şaşırtır güzellikte:
“İsmetli, Hakikatli, Hanımcığım, Efendim Hazretleri”, “İsmetli, İffetli Hanımcığım”, “İsmetli, Hakikatli, Harem-i Muhteremim Hanımefendi Hazretleri” ile başlayan mektuplar, “Cenab-ı Allah cümleye ve sizlere afiyetler ihsan buyursun. Âmin”, “Cümleye ayrıca arz-ı hulûs ve selâm-ı mahsus edip dua-yı hayriyelerini temenni ederim.” Ya da “İşte kuzum, kâğıt da bitti mektup da. Sıhhatte daim ol, merakta olmamak üzere afiyette daim kalasınız” şeklinde bitirilen mektuplardaki zarafetin tadına okuyarak varmanızı dilerim.
Bu bitiş selamlamalarından sonra en altta ayrıca başkaları da düşünülmüş. İşte iki örnek:
“Müdavim-i hane-i muhibbemiz bulunan ehibbanın cümlesine mahsusen selâmlar edip hatırlarını sual ederim. Direkçi başı hissesine razı oldun. Reşadetli şeyhim efendimin mahsusen hakipayine yüzler sürerim efendim”. “komşularımızdan Ahmet Beyefendi’ye ve Şevki Efendi’ye, İsmail Efendi’ye, Dedeye, Hasan Beyefendi’ye, Faik Beyefendi’ye, velinimetim efendim pederimize ve Hoca Efendi’ye selâmlar”.
Bu yazıyı okumak zahmetinde bulunacaklar arasında herhalde “Nedir canım bunlar ? Gereksiz değil mi?” diyenler olursa derim ki: “Size bunları söyleyin demiyorum. Zaten söylerseniz alay konusu olursunuz. Size böyle ağdalı Osmanlıca yazın hiç demiyorum. Zaten yazarsanız anlayan bulunmaz. Doğal olarak bunlar mazide kaldı. Sadece, bir donanma süvarisinin eşine, ailesine ve yakınlarına sevgi dolu ilgisini ve özlemini dikkate alın. Bu yazılarda ve kitabın içindeki mektupların içeriğinde bir dönemin terbiyesini, nezaketini, zarafetini ve aşkı, sevgiyi hissedin. Bir çiçeğin güzelliğini seyreder gibi seyredin ve kokusunu içinize çekin. Bu şairane anlatma üslubunu, günümüz diliyle mektup yazarken hatırlamaya gayret edin.” Zaten şimdilerde mektup da yazılmıyor ki! İzmir’de yaşayan bir baba-anne dostumuz var. Benim doğduğum günü bilir. Ona iki kez e-posta gönderdim. Uzun uzun yazdım, havadisler verdim, hatır sordum, gönül aldım. Biliyor musunuz ne yaptı bir gün? Beni telefonla aradı ve “Oğlum, bana bu uzaylı mektuplarını gönderme. Ben senin yazdıklarını kâğıt üzerinde okumak istiyorum. Postacının elindeki zarfta senin benim adımı ve adresimi yazdığın el yazını görmek istiyorum. Bilgisayarın soğukluğunu değil, ellerinle tuttuğun kâğıdın sıcaklığını istiyorum” dedi. Evet, haklısınız! Bugün Ertuğrul’un subayının ifadelerini kullanamayız ama Karşıyakalı büyüğümün de haksız olduğunu söyleyebilir miyiz?