Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Beyaz Saray’da ABD Başkanı Trump ile buluşmasının hemen öncesinde ABD Türkiye Büyükelçisi ve Suriye özel temsilcisi Barrack’ın Erdoğan için “meşruiyet istiyor, biz de onu kırmayalım, verelim!” mealindeki sözleri, bu denemeyi kaleme almanın başlıca saikidir.
Öncelikle sormamız gereken soru “egemen kim?” sorusu. Yaklaşık 45 yıl önce Mümtaz Soysal’ın “anayasaya giriş” dersinden hatırladığım kadarı ile bütün tek tanrılı dinler için tek egemen Tanrı’dır. Sorun bu egemenliğin yer yüzünde kimin tarafından meşru şekilde temsil edileceği noktasında ortaya çıkmaktadır.
İslami gelenekte doğal olarak peygamber ve onu izleyen halifeler, Hıristiyan dünyasında papa yani Vatikan.
Egemenliğin meşruiyeti için çağlar boyunca yapılan kavgalar, savaşlar bu satırların yazarının teolojik ve tarihi bilgisini fazlasıyla aşmakta, bir denemeye sığdırılamayacak kadar geniş kapsamdadır.
Ancak Yavuz Sultan Selim’in 1517’deMemlük devletine son vererek halifeliği üstlenmesinden, 3 Mart 1924 tarihinde bir kanunla kaldırılmasına kadar halifelik Osmanlı hanedanında kaldı. Bu son tarihten itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin seküler bir anlayışla egemenliğin gökten değil, halkın iradesine tabi olduğunu kabul etmek gerekir.
Hıristiyan dünyasında ise kavganın esas itibarı ile fazlasıyla çıkar amaçlı olduğuna yönelik izler mevcuttur. Yer yüzündeki egemenliğin tek temsilcisi olarak kendini öne süren Vatikan yönetimi, öteki dünyada vaat edilen cennetten yaptığı satışlar ve elindeki güçle benzeri olmayan bir zenginliğe kavuşmuş, buna karşı çıkan Martin Luther ve Jean Calvin neredeyse Yavuz Sultan Selim’in halifeliği ele geçirmesiyle eş zamanlı olarak 1529 yılında Protestanlığı kurmuşlardı.
Fikirleri aslında basitti. Tabi ki Papa egemenliğin yer yüzündeki tek temsilcisidir. Ancak bu egemenliğin en etkin şekilde kullanılabilmesi için yerindelik ilkesini dikkate almak gerekir. Daha sonra ademi merkeziyetçilik olarak karşımıza çıkan, hukukçular tarafından “yetkinin ikamesi” olarak da adlandırılan bu yaklaşım, 1993 Maastricht antlaşmasına (AB’yi kuran antlaşma) da “subsidiarity ilkesi” olarak yansımış, ancak merkezi hükümetler yetkilerinin önemli bir kısmını Brüksel otoritesine devretmeye yanaşmamışlardır.
Doğal olarak bu Katolik ve Protestan olarak ikiye ayırdığımız bu mezheplerin yanına üçüncü büyük mezhep olarak Ortodoks mezhebini de eklemek ve özellikle “ekümenik”lik sorununu da bu bağlamda ele almak gerekir. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi bu satırların yazarının ne teolojik ne de tarihi bilgileri bu değerlendirmeleri yapmak için yeterli değildir.
Barrack’ın Erdoğan’a “meşruiyet” kazandırma sözlerine dönersek.
Bu yaklaşım doğal olarak Türkiye’de önemli tepkilere neden oldu. ABD Başkanı ile verdiği sıcak görüntüler meşruiyetin ABD’den mi kazanıldığı sorusunun çokça sorulmasının nedenini oluşturdu. Özellikle hala içeriğini bilemediğimiz al ver müzakerelerinde ABD’nin ne aldığı, karşılığında Türkiye’nin ne kazandığı halen meçhul ve uzun süre de meçhul kalacağa benziyor.
Bununla birlikte ister istemez bir dizi garip sorular da ortaya çıkıyor. Trump rejimi bundan böyle meşruiyetin kaynağı olarak bütün dünya için yeni bir dinin temsilcisi mi olacak? Yani Tanrı’nın yer yüzündeki yeni sureti Trump mı? Erdoğan’a verilen meşruiyet, yetkinin en etkin noktada kullanılması ilkesi doğrultusunda bir tür yeni halifelik mi? Yine ister istemez bir müddet önce Cumhurbaşkanımızın sayın eşi Emine hanımın bir soru üzerine ağzından kaçırdığı “E, halife olmak kolay değil tabii!” mealindeki sözleri sadece aile içi bir söylemin dışa yansıması ile sınırlı mı? Atatürk ve devrimlerine bu kadar mesafeli duran bir rejimin gerçek hedefi aslında ne?
Her ne kadar Barrack daha sonra çark ettiyse ve ”tabii ki meşruiyete Türk halkının iradesi karar verir!” mealinde sözler sarf etmiş olsa da ne yazık ki Lozan Antlaşması’nı yok saymaya çalıştığı andan itibaren kendisine olan güvenim sıfır noktasında.
Siz Trump’a ve Barrack’a güveniyor musunuz?