Çocuklar öğrencilikten işçiliğe itiliyorlar. Yüzlercesi iş kazalarında ölüyor. Bu yılın ilk on ayında ölen çocuk işçi sayısı 169. Tabii ki iş ortamında iş güvenliği kuralları uygulanmaz ise, özellikle sıkça görülen inşaat sektöründe, bunun adı ölüm değil cinayet.
Kadınlar öldürülüyor. Adli tıp raporları zamanında mı çıkıyor, bazı konuları açıklamıyor mu tartışmaları gündeme geldi. Zira ölüsü haftalar, aylar sonunda bulunan genç kızlarla ilgili raporlar da ayları, yılı buluyor. Bu konunun mutlaka şeffaf olarak açıklanması gerek. Bakan beyin “inşallah bu konuyu çözeceğiz” demesi ne bilimsel ne de yönetsel…
Bir başka konu ise ortada bir olay varsa birileri içeri alınıyor. Ortada bir olay yoksa da birileri içeri alınıyor. Bu konuda yüzerce örnek verebiliriz. En son vakalardan birisi Almanya’dan Türkiye’ye gezmeye gelen Böcek Ailesinin başına gelenler. Anne ve iki çocuk öldü. Entübe edilen baba da üç gün sonra onlara kavuştu. Bir aile yok oldu. Ortada inceleme, soruşturma nasıl gidiyor tam belli değil, ancak ölüm nedeni yedikleri midyeden olabilir deyip midyeciyi gözaltına almak, yedikleri lokumdan olabilir mi, tantuniden olabilir mi diye düşünerek lokum satanı, lokantacıyı gözaltına almak ne için? Ardından otelde ilaçlama yapıldı diye otelciyi gözaltına akıp oteli mühürlemek insanı düşündürüyor. Tabii ki suçlu cezasını çekecek. Ancak olası şüpheli diye insanları gözaltına almak, her tarafı kapatmak, sonra suçu işleyen belli olunca suçlu dışında herkesi serbest bırakmak nasıl bir duygu uyandırıyor dersiniz?
Bu eskiden beri takip edilen iki yöntemden birisi. Olası suçlu kaçmasın diye gözaltına almak, diğeri ise “bakın suçluyu hemen yakaladık” diyerek kamuoyunun tepkisini yatıştırmak. Balyoz, Ergenekon, İBB davalarında önce gözaltına alıp aylar, yıllar sonra dava sonucu beraat edenler de var. Gözaltında iken yaşamını yitirenler de.
Halbuki gençliğimizde öğrendiğimiz bir temel hukuk doktrini var: suç kesinleşmediği sürece kimse hükümlü sıfatıyla değerlendirilemez. Bir başka ifade ile, tüm sanıklar, suçluluğu kanıtlanana kadar kanun önünde masumdur.
Hukuk konusunda yetkin bir kişiden, İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi Av. Süreyya Turan’dan bir alıntı yapayım: “çağdaş ceza yargılaması ilkelerine göre soruşturmacı delilerden yola çıkarak sanığa ulaşmalıdır. Önce varsayımlarla şüpheliyi belirleyip sonra onun hakkında delil toplanması ve o kişinin sanık yapılmasının son dönemlerde sıkça gördüğümüz ancak kabul edilebilecek bir durum olmadığını biliyoruz.” (İstanbul Barosu web sitesinden alıntıdır)
Evet, İstanbul Barosunun yansıttığı mesaj açık: Sanıktan delile gidilmesi kabul edilebilir bir durum değildir. Burada önyargının veya yanlış yönlendirmenin etkisi olabilir diye düşünülmektedir. İstanbul Barosu “varsayımlarla şüpheliyi belirleyip sonra onun hakkında delil toplanması ve o kişinin sanık yapılması” ifadesi iyice anlaşılmalı. Birisini sanık olarak içeri alıyorsunuz sonra onun aleyhinde delil topluyorsunuz hatta delili üretiyorsunuz diye iddialar ortaya atılabilir.
Bir vatandaş olarak söylemek istediğim konu delil toplansın suçlu da yargılansın hükmünü giysin. Bazı insanları 300 yıla hapis talebi ile yargılayıp beraat ettirmek tabii ki hukuk açısından olumlu bir sonuç. Ancak 3 bin yıllık hapis talebini dile getiren savcılara sunulan delille olası değil mi yoksa başka bir şey mi, bilemiyoruz.
Bağımsız yargı ülkemizin gururudur. Yargılama sürecinde delil toplamada daha verimli olunması yargıya olan güveni daha da arttıracaktır.
Hukuk herkes için, adalet herkes için eşit olmalı. Sanırım insanımız bu özlemi de değişik durumlarda dile getirerek gelecek için umutlarımızı yeşertiyor.