Gündelik hayatımızda hareketlerimizin çoğu alışılagelmiş ve tekdüze hareketlerdir. Bu hareketleri sorgulama ya da çözümleme gereği duymayız. Bu nedenle sağduyumuzu da (commonsense) sorgulamayız. İnsanlar ‘herkesin ve her şeyin her zamanki gibi’ olduğunu kabul ettikleri sürece sorulacak hiçbir soru yoktur. Alışkanlıklardan kaynaklanan bu aşinalık, sorgulayıcılığın, eleştirinin, değişimin ve yenilik arayışının önünde bir engeldir.
Sosyoloji bu engeli aşarak günlük yaşamı masaya yatırır, bildik gibi görünen konuları inceleyerek, sorgulayarak, eleştirerek bilmedikleştirir. Haliyle şüpheciliğin esası, insanı mutluluğa götüren temelin bilginin bilinmemesi ile birlikte doğal bileşeni olduğudur.
Tarihi boyutta ritüeller çoğu zaman şöyle doğar: yerel uygulama, yayılma, alışkanlık, kutsallık. Tekrar edilen şey zamanla sorgulanmaz. Alışkanlık, hakikat gibi görünür. Bizim nesil (20.asır 2.yarısı) ABD, dünyanın büyük bir bölümü için modern insan yaşamı ve refahı için örnek sayılan ve ulaşılması hayal edilebilecek en mükemmel hedef oldu.
Derken çok geçmeden 80’lerde ABD ülke yerelinde Amerikalı vatandaşların eski ve köhneleşen enfrastrüktür, can acıtan piyasaların, fiyatların kamuoyunda manşet olduğunu hayli görmüşüzdür.
O halde durup düşünmenin zamanı gelip geçtikçe; Amerika’nın hep zengin yaşadığını düşünüyorsanız 70-80’lerin tarihçesine bakın diyenleri dikkate alın. Mazot kuyrukları, gıda kuponları, zamlar, işsizlik, orta sınıf arasında toplu yoksulluk. Nüfusun %40’nın maaş’tan maaş’a yaşadığı, Maliye Bakanlığı gerçek raporlarının doğrudan ‘ülke hayatta kaldı, ama başarılı olamadı’ tespiti.
Ve işte 90’lar geldi, ABD aniden ‘iç çekti’, bir tesadüf mü? Hayır. Asıl dönüm noktası SSCB (Sovyetler Birliği)’nin çöküşüdür. İkinci dünya merkezinin yok olmasıyla ABD dünya piyasaları, petrol, teknoloji ve finans akışları üzerinde neredeyse tekelleşti. Eskiden iki süper güç arasında bölünen şey, tek bir güçte çarpışmaya başladı. Petrol anlaşmaları, ucuz kaynaklar, NATO’nun genişlemesi, dünya şirketleri üzerinde kontrol hepsi-1991’den sonradır.
Birlik çökmeden önce ABD silahlanma yarışında eşitliği korumak için büyük bütçeler harcadı. Her yeni proje, her uzay programı, her silah büyük masraftır. Rakibinin kaybolmasının ardından milyarlar serbest bırakılmaya başladı. Ekonomistler buna ‘demobilizasyon etkisi’ diyor. Ülke savaş baskısı altında yaşamayı bırakıp parayı ekonomiye, işe, inovasyona yönlendiriyor. Bu yüzden 90’larda startupların, teknolojilerin ve bilişim devlerinin patlaması orada başladı. SSCB çöktükten sonra Birlik sisteminin on yıllardır elinde tuttuğu beyinler, mühendisler, bilim insanları muazzam miktarda para ödenen yere (ABD)aktı. Bilişim, tıp, savunma, kimya- düzinelerce ABD sanayisi SSCB’den eski uzmanlar biçiminde ücretsiz bir kaynak kazandı.
Bugün baktığımızda sebep-sonuç, bağlantılar açık. SSCB var olduğu sürece ABD ayakta kaldı. SSCB yok oldu, ABD daha zengin oldu. Bugün olup biten birçok şeyi açıklıyor; ABD’ne karşı yarışan herhangi bir ülke otomatik olarak bir tehdittir, politika veya ideoloji yüzünden değil- ABD’nin altın çağı sadece rekabet bittiğinde başladığı için.
12 Aralık 2025’te açıklanan ABD’nin Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinin dili öncekilerden belirgin biçimde farklı. Yine de belgede yer alan ‘Amerika Birleşik Devletleri ne istemeli?’ başlıklı bölüm, Amerikan muhafazakar dış politikasının alışıldık çerçevesini çiziyor: Hayatta kalma, egemenlik, askeri üstünlük, nükleer caydırıcılık, ekonomik ve sanayi gücü bu vizyonun temel başlıkları olarak öne çıkıyor.
Peki, size göre rekabet bitiyor mu yoksa başlıyor mu?