Devlet adamları hiçbir zaman dış politikayı dahilde kullanarak halk üzerinde algı yaratmamalıdır.
Sevgili Okurlarım,
Günümüzde birçok devlet adamı ve siyasetçilerin, yabancı ülkedeki muhataplarını ikna etmek için, özellikle yurt dışı temaslara ağırlık verdikleri görülmektedir. Bu kapsamda, Sayın Erdoğan’ın da hemen her fırsatta, çıkan uluslararası siyasi ve ekonomik bölgesel krizlerde, kendisini ortaya atarak, sıklıkla arabuluculuk fonksiyonunu üstelenmeye çalıştığı izlenmektedir. Yapmak istediği bu temasların ana amacının ise, ülke içindeki yönetim sosrunları ile yargı krizleri yanı sıra, pek iyi gözükmeyen ekonomik durumun konuşulup, muhalefetin panoramasının genişlememesi ve güçlenmemesidir.
Unutmamak gerekir ki, suç ve işsizlik oranlarını düşürmek, yozlaşma, rüşvet ile irtikâp olaylarını önlemek, insan hakları ihlallerini asgariye indirmek, yargının siyasallaşmasına engel olmak zor ve belirsiz bir iş olup aynı zamanda uzun bir süreçtir. Gelişen bu durumda, yerel lobi ve sivil toplum örgütleriyle, sendikalarla temaslar kurmak, onları ortak müştereklerde bir araya getirmek çok zordur ve meşakkatlidir. Bu çerçevede hazırlanan politikalar ne kadar dikkatli planlanmış olsa bile, pratikte işe yarayıp yaramayacağını kimse garanti edemez. Tüm bunlara karşın, dış politika ise, gözle görülür başarı olasılığı sunar ve ilgiyi de beraberinde getirmektedir. Oysa iç siyasetteki uygulanan politikaların belli bir kriterde gelişme göstermesi çok ağır seyreden bir süreç ister ki, netice alınması güçtür.
Liderler, uluslararası zirve toplantıları düzenlerler, anlaşmalar imzalarlar, hatta olağanüstü durumlarda silahlı kuvvet bile konuşlandırabilirler. Yapılan bu anlaşmaların tamamına yakını ise nihai sözleşmeler olmayıp sadece iyi niyet göstergesi mutabakatlar olup “memorandum of understanding“ olarak anılmakta olup hiçbir yaptırım gücü de bulunmamaktadır. Bu konuya en güzel örnek ise, Sayın Erdoğan’ın körfez ülkelerine yaptığı, seri ziyaretlerde imzaladığı “MOU“ dokümanlar vardır ki hiç birisinin nihai sözleşme haline gelmesi söz konusu olmamıştır. Son dönemde, ABD ve İngiltere’nin, Filistin – İsrail savaşında, gövde gösterisi yapmak amacıyla Akdeniz’e iki büyük uçak gemisi ve onun yanında refakat kruvazörleri göndermeleri de bu yaklaşıma bir örnek teşkil eder.
ABD Başkanı Biden, yaklaşan başkanlık seçimleri nedeniyle, dâhildeki oyunu arttırabilmek için böyle bir yaklaşıma onay vermiştir. Dikkat edilirse, dış politika, hükümetin kontrolü dışındaki bir başka yörede bulunmaktadır. Buna paralel olarak yabancı hükümetleri etkilemenin zorluğu gözden uzak tutulmamalıdır. Bu konuya güncel olarak en güzel örnek ise, Türkiye ile Avrupa Konseyi arasındaki çok ciddi boyutlara varabilecek siyasi krizdir ki sonrasında ülkenin Avrupa Konseyinden çıkarılıp, Avrupa Birliği yaptırımlarına maruz kalabileceği anlaşılmaktadır. Çünkü Avrupa Konseyinin 1949 yılında Londra’da imzalanan statüsünün 3. Maddesinde, “Avrupa konseyinin her üyesi, hukukun üstünlüğü prensibini ve yasal yetkisi altında bulunan her şahsın insan haklarından ve temel özgürlüklerden yararlanma prensibini kabul eder. Birinci bölümde yazılı gayenin güdülmesine samimi ve fiili bir surette katılmayı etmeyi taahhüt eder” ifadesi açıkça yer almaktadır.
Bunun yanı sıra yine aynı sözleşmenin 8. Maddesinde ise; “Avrupa konseyinin, üçüncü madde hükümlerini ciddi surette ihlal eden, her üyesi temsil hakkından bir süre için mahrum edilebilir ve bakanlar komitesi tarafından 7. maddedeki koşullar dahilinde konseyden çekilmeye davet edilebilir. Bu davet dikkate alınmadığı takdirde komite, bizzat komitenin tayin edeceği tarihten itibaren söz konusu üyenin artık konseye mensup olmadığına dair karar verebilir” hükmü bulunmaktadır. Ülkemizde Sayın Erdoğan tarafından uyulmayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları gelmektedir. Davaların siyasallaşmış olması bunun en büyük nedeni olmaktadır. Türkiye imzaladığı uluslararası sözleşmeler ile AİHM kararlarına uyacağını imzası ile teyit etmiştir. Bütün bir ülkede yaşayanların, namus, şeref ve haysiyetlerinin ağırlığını omuzlarında taşıyan Sayın Erdoğan inşallah kısa zamanda bazı duygularından kurtularak beklenen doğrultuda hareket eder. Demokrasiden devamlı surette uzaklaşan yaklaşımlarla, anayasayı ve hukukun üstünlüğünü dikkate almayan, şeriat ve siyasal islam özlemcilerinin yolunu açtığı ise birçok örneklerle sıklıkla tekrarlanmaktadır.
Devletlerin kendi hayati çıkarlarını etkileyen ülke dışındaki olaylarla başa çıkabilmesi için bazı etmen unsurlara ihtiyacı vardır. Bu etken unsurların, sözler, para ve güç olduğu görülmektedir. Uzun yıllara dayanan uygulamalar dikkate alındığında, dış ülkelerin politikalarını değiştirmek yeteri kadar zordur. Bir iç savaşta çatışmaları durdurmak için hizipleşmeye yol açmak ise daha zordur. Tüm uluslararası toplum tarafından kuvvetli bir çaba ve birlikte kararlaştırılmış bir stratejiyi çoğunlukla gerektirir. Unutmamak gerekir ki sabır diplomasisinin askeri karşılığı kontrol politikasıdır. İlk bakışta, ikna, bu sözler, para ve güç içinde en zayıf olanı gibi görünür. Sözlerin ağırlığı vardır, bunun nedeni, onların ya yardım sözü ya da tehditleri içermeleridir. Uygulamada, kendilerine ait çok az güçleri vardır ki ancak bir ya da iki etki aracını birden temsil ederler.
Paranın özel bir dezavantajı vardır, bir kere verdiğiniz zaman geri alması zordur. Bunun yanı sıra, etki sürdürmek için ise devamlı vermek gerektiği unutulmamalıdır. Bir diğer taraftan yardımı kesmek ve ekonomik çöküşü hazırlamak, para kaynağının çıkarına değildir. Bu kapsamda, görüşürken borçlar için bazı şartlar konulabilir ancak bir kere para ceplerine girdiğinde ülkelerin uzlaşmaya vardıkları koşulları uygulamaya zorlamak kolay değildir. Bu nedenle IMF programlarının geniş bir bölümü bazen de tümü yeniden görüşmeye açılmıştır. Olumsuz ekonomik araçlar da iki ucu keskin bıçaktır. Yaptırımlar hedef ülkeye tutumunu değiştirmesi için bazı teşvikler sağlar ve bunların kaldırılması da temaslarda er ya da geç yararlı olacaktır. Fakat bunlar başlarının çaresine bakmayı bilen yöneticilerden çok halka acı çektirmişe benzemektedir. Bu konuyla ilgili olarak bir değerlendirme Sırbistan olayında, sadece ülke ekonomisindeki sıkıntılardan ambargoyu sorumlu tutmakla kalmadı fakat ambargonun ellerine bıraktığı pay sistemine hile karıştırabileceklerinden, bundan kâr sağlamış bile olabilirlerdi.
Slobodan Miloseviç’inki gibi bir dizi güçle yeraltı bağlantısı olan yarı suçlu bir hükümet, kaçakçılık ve kanunsuzluğun hüküm sürdüğü bir ortamda zenginleşir. Yaptırımlar her zaman başarısız değildirler. Başarılı olduklarında, bu çoğu zaman diğer baskılar ve teşvikleri kapsayan geniş bir politikanın parçasıdır ve nadiren tek başına başarılı olurlar. En önemlisi ise, uzun bir süre devam ettirilmelidirler. Bu hususta bir örnek vermek gerekirse, Libya konusu öne çıkmaktadır. Benim de yakından bildiğim üzere, Lockerbie bombalı saldırısı sonrası, iki hükümetin yetkililerini yargılamaya ikna etmek için çok kısıtlı bir hedef vardı ve uzun bir süre ambargo uygulandı ki bu ambargonun nasıl etkili bir biçimde uygulandığı görülmektedir. Ancak ülkemize gelip istihbarat personeli vasıtasıyla gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürten Suudi Veliaht Prensi Salman’a (mermi babası) böyle bir yaptırımı Sayın Erdoğan yapamamış ve tüm deliller sabit ve net olmasına, aynı zamanda istihbarat birimlerinin raporlarına karşın bütün dosyaları maalesef Suudi Arabistan’a iade etmiştir.
Askeri güç uluslararası ilişkilerdeki nihai bir zorlayıcı tedbirdir. Etkiden çok gücü temsil eder. Bir hükümet için güç kullanımının çekiciliği, silahlı kuvvetlerin bir kerede kontrolü gerçek bir biçimde ele geçirmesidir. Unutmamak gerekir ki, beklenenden daha uzun süren bir bombardıman gerektirmesine rağmen askeri operasyon Miloseviç ve Kosova olaylarında işe yaramıştır. Fakat Yugoslavya’da gerçek değişim, dış müdahalelerden bir süre sonra gelen devrimle birlikte yaşanmıştır. II. Dünya savaşındaki koşulsuz teslimiyetlerin tarihi bile askeri harekâtların en iyi özelliğinin siyasi sorunların görüşülmesine elverişli bir ortam sağlamış olduğunu göstermektedir. Askeri zafer Almanya veJjaponya için ön koşuldu, ancak uzun ömürlü başarı yaratan en az askeri operasyon kadar izlenen politikalardı. Balkanlarda, Afganistan’da aynısı yaşandı. II. Körfez savaşı Saddam Hüseyin sorununu çözdü ancak Irak sorunu maalesef hala çözülememiştir. Görüldüğü kadarıyla Amerika Birleşik Devletleri hala süngünün ucunda diplomasi yapmaya devam edecektir.