Pazar, Ekim 20, 2024

MİDHAT PAŞA VE ERGENEKON DAVALARI İLE SİVİL VESAYET (I)

Mütevazı konuşanlar, savaş hazırlıklarını artırırken kazançlı çıkarlar. Atıp tutanlar ve saldırganca hareket edenler ise geri çekilir

Ülkemizde, yaşayan herkesin bildiği, aynı zamanda da muhtelif örneklerle gözlemlediği gibi, yurdumuzda, AKP iktidarının desteği ile siyasal islam çizgisi yönünde, çok ciddi faaliyet çerçevesinde, Cumhuriyete karşı, gerici adımlar atılması söz konusudur. Siyasal islam konseptinin, bir aparatı olan cemaat ve tarikat gerçeği her geçen gün devlet içinde, farklı kademelerde etken olmaktadır. Düşünce ve hayata bakışları, çok farklı ve ortaçağ düzeyinde olmasının yanı sıra, tüm topluma dayatmaları ise hiçbir zaman kabul edilebilir değildir.

Türkiye’de yaşayan toplumun, önemli bir kesiminin, bu dayatma yaşam tarzına, itiraz etmesi ise olayın başka bir sosyolojik ve siyasi boyutu olarak gündemi yirmi bir yıldır işgal etmektedir. AKP iktidarının, yer aldığı ve açıkça desteklediği siyasal islam ideolojisi kapsamında, adalet sisteminin içinde görev alanların, önemli bir kesiminin, siyasetin emrine girdiği ve Cumhuriyetin temeli olan bağımsız yargı olgusundan hızla uzaklaşıldığı izlenmektedir. Güdümlü ve sivil vesayet altındaki ülkemizde yargı sistemi, birçok örnek olabilecek uygulamalar çerçevesinde kendini ortaya koymaktadır ki bunun en güzel yansıması Hatay milletvekili Can Atalay’ın Anayasa Mahkemesinin amir hükmü olmasına rağmen, halen cezaevinde tutulmasıdır. 

Bunun yanı sıra, Anayasa Mahkemesi kararlarına, uymak açık ve net bir anayasa hükmü iken bunu uygulamayan Yargıtay’ın suç işlemesini ise açıklamak sadece sivil vesayet altında, tek adam kararı, olduğu ile mümkündür. Güncel olarak, AKP iktidarı, adalet sistemi içinde yer alan, savcı ve yargıçlara etki ederek, kendi parti programları doğrultusunda, kararlar çıkmasını sağlamaktadır. AKP iktidarının, siyasi ve sosyal yaşam görüşlerine, ideolojilerine, paralel kararlara imza atan bir kısım yargıçların, hiçbir zaman, bağımsız yargı içinde düşünülemeyeceği ve yerleri olmadığı gerçeği vardır. Laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletinin, üç ayrı ve bağımsız erki içinde yer alan adalet sistemi, 21 yıldır, AKP iktidarı ve onun lideri Recep Tayyip Erdoğan’la birlikte yürümeyi tercih ettiği için, millet adına denetleme ve hüküm verme görevini de lâyıkıyla, gereği gibi, bağımsızlık çizgisinde yapamamaktadır. 

Siyasal İslam’ın ileri aşamasının şeriat ile yönetilen din devleti olduğu unutulmamalıdır ki bunun birçok örnekleri gözümüzün önünde bulunmaktadır. Bir diğer taraftan, dünya genelindeki, İslam coğrafyasına bakıldığında, savaş, kan, zulüm, eziyet, işkence ve diktatörlükten başka bir şey olmadığı gerçeği de hafızalarda yerini almıştır. Güncel örnekler vermek söz konusu olursa, Ortadoğu coğrafyasının hali bile bu görüşü destekler mahiyettedir. Şahsen, İslam coğrafyasında, adım atmadığım hiçbir ülke yoktur ve bunun yanı sıra, öz teyzemin peygamber soyundan gelen “Seyit“ ünvanlı önemli bir Suudi yetkili ile evli olması nedeniyle, konuya daha da yakın bir gözlemci olduğumu bu vesile ile belirtmekte yarar görüyorum.

Bu makalemde, Osmanlı İmparatorluğu dönemine ait önemli bir adli vaka olan “Midhat Paşa davasını“ ele alıp irdeleyerek, konuyu ülkemizde yaşanmış, Ergenekon, Balyoz ve askeri casusluk davaları ile karşılaştırarak, sizlerin değerlendirmesine sunmak istiyorum. Böylece, tarihin nasıl tekerrür ettiğini ve bundan hiçbir zaman ders alınmayarak, sadece kendi şahsi ve siyasi çıkarları doğrultusunda, devlet yönetmenin, neticelerinin de sizlerce anlaşılabileceğini ümit ediyorum, daha doğrusu ümit etmek istiyorum. 

Öncelikle tarihimizde çok önemli bir yere sahip olan Midhat Paşanın hayatı ve kimliği hakkında ana hatları ile bilgi vererek, konunun daha iyi algılanabilmesini sağlamak suretiyle, değerlendirmelerinize ışık tutacağına inanıyorum.

Asıl adı Ahmet Şefik olan Midhat Paşa, 18 ekim 1822 tarihinde İstanbul’da doğmuştur. 1840 Yılında on sekiz yaşında, genç birisi iken, başkentteki Sadaret Mektub-u kalemine kâtip olarak atandığı resmi verilerden anlaşılmaktadır. Sadaret, yani başbakanlıktaki çalışmalarından çok memnun olan, yöneticileri kendisine “övülen“ başka bir ifadeyle “iftihar edilen“ anlamına gelen “Midhat“ ismini vermişlerdir. Arapça, Farsça dillerini çok iyi bilen, bunun yanı sıra, mantık ve islam hukuku üzerine eğitim görmüş olan, Midhat Paşa, Sadaret kaleminde, iki yıl çalıştıktan sonra, Şam, Konya ve Kastamonu illerinde “divan kâtibi“ olarak görev yapmıştır. Bu illerdeki, çalışma, inceleme ve değerlendirme faaliyetlerinde, devlet içindeki, yolsuzluklarla, rüşvetlerle, mücadele etmek üzere, farklı zaman dilimlerinde, birçok raporlar hazırlayarak, bunları Sadaret makamına sunmuştur. 

Bu raporların o dönemde sadrazam olan Mustafa Reşit Paşa tarafından çok beğenilmesi üzerine İstanbul’a çağrılarak memuriyetine orada devam ettiği kayıtlarda yer almaktadır. Midhat Paşanın sadrazam tarafından, beğenilir, takdir edilir ve korunur hale gelmesinin etkisiyle, devlet idaresinde, ilerlemesinin önünün açıldığı eldeki verilerden, anlaşılmaktadır. 1848 yılında Antakyalı olan Lamia hanımla evlendiği bilinmektedir. 1851 Yılında, Midhat Paşa, “serhalife“ başka bir anlatımla, Divan-ı Hümayun başkâtibi tayin edilerek, Arabistan orduları kumandanı müşir Kıbrıslı Mehmet Emin Paşanın durumunu ve uygulamalarını değerlendirme ve teftiş için görevlendirilir. Bu inceleme, denetleme ve soruşturma sürecinde, ordu kumandanının bazı önemli yolsuzluklarını, belirleyip rapor hazırlayarak, onun azledilip görevden alınmasına, neden olur. 

1852 yılına gelindiğinde Midhat Paşa, Meclis-i Valay-ı Ahkâm-ı adliye dairesine atanmaktadır. Bu daire halk ile devlet arasındaki davalara bakmakta olup günümüzdeki danıştay ve yargıtay seviyesindeki üst mahkemedir. 1854 yılında, hakkında Midhat Paşa tarafından hazırlanmış, birçok yolsuzluk konularıyla ilgili raporlar olmasına rağmen, Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa sadrazam olunca Midhat Paşayı Rumeli’deki, isyan, karışıklık ve asayiş sorunlarını, incelemek ve aynı zamanda önlem almak, üzere görevlendirerek, İstanbul’dan uzaklaşmasını sağlamıştır. Bir yıldan fazla süren bu inceleme ve araştırma sonucunda hazırladığı raporu o dönemde sadrazam olan Mustafa Reşit Paşaya takdim eder. Bundan sonra, yine devlet içinde yıldızı parlayarak devlet idaresinde ön plana çıkmış durumdadır. 

1858 yılında, Midhat Paşa, sadrazam olan Emin Ali Paşadan izin alarak Fransa’ya gider, orada kaldığı bir yıla yakın sürede, fransızcayı akıcı konuşacak şekilde öğrenerek İstanbul’a döner ve bu defa Meclis-i Valay-ı Adliye başkâtipliğine atanır. 1859 yılında ise önemli bir olay olan, Kuleli olayı sanıklarının yargılanmasında görevlendirildiği resmi belgelerden izlenmektedir. 1861 yılına gelindiğinde ise, Midhat Paşa, kendisine düşman, ancak yine de onun dürüstlüğünü ve çalışkanlığını takdir eden Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa’nın sadrazamlığı döneminde Niş valiliğine atanmıştır. Midhat Paşa, bu vilayette müslüman ve hristiyan toplumların bir arada barış içinde yaşaması için ciddi idari önlemler almış, maliye ve imar alanlarında ise çok belirgin, ses getiren çalışmalar gerçekleştirmiştir. 

Niş vilayetinde, ilk defa Ziraat Bankasının temelini teşkil eden “Memleket Sandıkları“ organizasyonunu kurarak yöredeki çiftçilere ucuz faizli krediler verilmesi için devlet destekli kooperatif sistemine geçmiştir. O dönemde çiftçilerin tefecilerden, kuyumculardan, köy ağalarından, yüksek faizli krediler kullandığı ve çoğunun arazilerine el konduğu da unutulmamalıdır. Çiftçiyi düşünen ve onu destekleyen bir düşünce yapısının yanı sıra, günümüzde çiftçiye açılması gereken, kredi musluklarını sadece bir holdinge bir milyar dolar seviyesinde açıp, uzun yıllar geçmesine rağmen, geriye alamadığı bu parayı yasal olarak takip etmeyen bir yönetim mantığına, dikkat çekmemek elde değildir. AKP iktidarının, açık desteğinin almış olan, bu holdingin kontrol ettiği medya grubu ile toplum üzerinde sadece algı operasyonları yapmak üzere AKP iktidarıyla beraber planlandığı ise önemli iddialar içinde yer almaktadır. 

Bir diğer taraftan AKP iktidarının başında yer alan Sayın Erdoğan’ın da olayda ret edilemez katkısı olduğu gözlerden uzak tutulmamalıdır. Çünkü yine aynı holdingin yüz milyonlarca tutan vergi borçlarının affedilmesi ise, olayın çok daha başka bir boyutunu adli ve idari yönden gündeme getirmektedir. Çünkü bu zararların kamu malı ile ilgili olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Ancak Sayın Erdoğan ülkedeki bütün denetleme mekanizmalarını ortadan kaldırıp, yok ettiği için herhangi bir işlem yapılamamaktadır. Midhat Paşanın, Niş valiliğindeki bu başarılarından sonra Prizren Eyaleti de Niş valiliğine bağlanmıştır.

Midhat Paşa, 1861 ile 1864 yıllarını kapsayan, dört yıl süren, Niş valiliği döneminde 1863 yılında, bu vilayette yapmış olduğu gelişmelerden memnun olan sadrazam tarafından İstanbul’a çağrılır. Tüm imparatorluktaki vilayetlerde, yeni bir idari düzen tesis etmeye çalışan hükümet, Midhat Paşanın, Niş vilayetinde uyguladığı sistemi benimseyerek, vilayetler idaresi hakkında yeni bir kanun tasarısı hazırlamasını ister. Böylece Midhat Paşanın iştiraki ile Keçecizade Fuat Paşa başkanlığında bir komisyon kurularak Tuna Vilayeti Nizamnamesi hazırlanarak, hükümete takdim edilir ve bazı ufak değişiklikler ile 1864 yılında kabul edilerek yürürlüğe girer. Bu nizamnameden sonra, Niş, Silistre ve Vidin eyaletlerinin birleşmesiyle Tuna Eyaleti kurulmuş olur ve vali olarak Midhat Paşa tayin edilir. İzlendiği gibi, tanzimat reformları ilk olarak devletin merkezine odaklanmış, ancak daha sonraları da taşraya uygulanmaya başlamıştır. Bu süreçte mikro milliyetçi hareketlerin ise, doruk noktasına ulaştığı, sayıları gittikçe artan muhacirlerin büyük bir sorun haline geldiği ve farklı dini ve etnik gruplar arasında, gerginliğin yaşandığı tuna eyaletine, bir pilot bölge olarak, öncelik verilmesi kararlaştırılmıştır. 


Devamı bir sonraki yazıda…

Tayfun Gözüm

Diğer Yazarlar