Türkiye’de değişim yıllar içinde görünür duruma geldi. Üretim yerine ticaret öne çıktı. Bu düşüncede olanlar muhafazakâr kesimin uç tarafından geldi, merkeze doğru yayıldı.
Bu konuyu biraz açalım. 1950’lerden beri kentlerde devlet arazileri Anadolu’dan gelen kesim tarafından işgal edildi. Bu işin organizasyonu arazi mafyası tarafından yapıldı ve payını aldı. Şöyle ki; işgal edilecek yerlerle ilgili olarak arazi mafyasına para verildi. Bölüşüm yapılacağı gün, para verenler biraraya gelerek, önceden hazırlanmış taşlarla parsellerin sınırını işaretledi ve herkes arazisini aldı. Sonra da olanakları ölüsünde inşaat işi başladılar, bir kısmı inşaatı imece ile yaptı. Kamyoneti olanlar kum, çimento, briket gibi inşaat malzemesini taşıdı. Hafta sonlarında duvarcı, sıvacı ustaları çalıştı, marangozlar yapı pencere yaptılar. Çatı kapatıldı, içeri girildi, yeni aşamaya geçildi.
Başka yaşam sorunlarının çözümü için sesler yükseltildi. Belediyenin yol, su getirmesi, elektrik bağlanması öncelikli isteklerdi. Bu isteği güçlü olarak seslendirmek genel seçim ve yerel seçim dönemlerinde oldu. Yolu, suyu, elektriği olmasa bile belediye numarataj verdi ve o yapıları barınak olarak kullananlar seçmen listesine yazıldı. Böylece, oy silahı etkili biçimde kullanılacak duruma geldi. Anadolu’dan büyük kentlere göç edenlerin yaşama mücadelesi böyle oldu.
O dönemde iktidarlar oy almak için halkın yoksulluğunu kullanarak ona nasıl yol, su, elektrik umudu veriyor idiyseler, bugün de farklı değil. Ancak gelinen noktada belediyeler yemek, çorba, yiyecek kartı, süt parası vaadinde bulunuyorlar. Halbuki, o dönemde geniş yerleşim alanları devlet tarafından parsellenip halka “kendi evini kendin yap” kampanyası ile dağıtılsaydı, şimdi düzenli kent yapısı ortaya çıkacaktı. Bugün gecekonduların sadece devlet arazileri üzerinde yapılmadığı özel araziler üzerinde bile yapıldığı biliniyor. Onları, yani gecekondularda oturanların haklarını koruyan ise maalesef hiçbir zaman devlet olmadı. Mafya grupları silahla “sizin teminatınız biziz” dediler ve aldıkları paranın hakkını verdiler.
İstanbul’da Fikirtepe, İzmir’de Bayraklı, kadifekale böyle kuruldu. İstanbul’da Armutlu “uç silahlı grupların” yerleştiği bir gecekondu bölgesiydi, polis buraya giremiyordu. Bu nedenle ikinci boğaz köprüsü güzergâhı bu bölgeyi ortadan keser biçimde planlandı ve Armutlu bölgesi bu şekilde yeniden düzenlendi.
Gecekondu bölgelerinde yer tutan Anadolu insanı genelde muhafazakardır. Zaman içinde birden fazla parsel sahibi oldular. Zamanla kentler onların bulunduğu alana genişledi. Gecekondular iki katlı oldu, sonradan apartman oldu. Kiracılarından para kazananlar, binalar kentin içinde kaldığı zaman ofislerden, depolardan para kazanır oldular. Ortalığı kontrol altında tutmak için birçoğu bakkal dükkânı açtı.
Teknik bir bakış açısıyla, kentsel ranttan söz ediyoruz. Üretim yapmadan, sadece ticaretle siyasette etkin olmanın mümkün olabileceğini söylüyoruz.
Zaman için bu bölgelere gelen tarikatların kendilerine taraftar bulduklarını biliyoruz. 2000’li yıllarda tarikat çeşitliliği gözle görünür hale geldi. Yıllar içinde camilerde denetimsiz, hatta kaçak dinsel içerikli kursların biriktirdiği ortam sonucu, ilkokul aşamasındaki çocuklar militan gibi tek tip giysi giydiriliyor. Onların geleceği daha faklı olacak. Devletin içinde görevlendirilecek hem geçimlerini sağlayacaklar hem de kendileri için bir düzen kuracaklar.
Ancak ortada bir sorun var. O da kentsel gelişimin, yani kent rantının üzerine iktidar partisi çöküyor. O kadar tarikat mensubuna, yetiştirdikleri öğrencilere, vaat ile kendilerine katılmaya ikna ettikleri yeni müritlerine “para” gerek. Bu paranın tamamını devlet karşılayabilir mi? Bir düzenleme yapılırsa tabii ki karşılayabilir. Seçimlerde kazanılan büyükşehir, il ve ilçe belediyelerinin gelirleri de bu havuza konursa örgütlenmeleri daha hızlı ve güçlü olabilir.
Ticaret tabii ki yaşamın bir parçası, ancak Cumhuriyet düşmanlarının yaklaşımındaki ticaret ise tüm ülkede üretmeden yaşama politikasıdır. Bu da, yabancılara teslim olup esaret altında yaşamaktan başka bir sonuç getirmez ve kabul edilemez. Ülkemizin teknolojik açıdan ileri gitmesi olmazsa olmaz bir koşuldur. Bunu yüz yıldır “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” düşüncesini içselleştirenler zaten yapıyor ve yapmaya da devam edecek.