İşgale karşı direnecek insanınız yoksa açlıktan ve susuzluktan ölmüşlerse, zaten savaşacak silahınız olsa da savaşamazsınız
Bir önceki yazıdan devam
Sevgili okurlarım,
Siyonist hareket kendisini, Filistin’i “TEK DİNLİ BİR YAHUDİ DEVLETİNE“ dönüştürmeye adadığı için, yerli Arap halkın yok edilmesi tek bir hedef olarak seçilmiştir. Oysa kökenlerine bakıldığında Yahudiler ile Arapların amca çocukları oldukları bilinmesine rağmen bu kadar keskin hatlar ile birbirlerine saldırır durumda olmalarının temelinde ise, yine kendi menfaatlerini ön planda tutan emperyalist ülkeler gelmektedir. Aklıselimin ön plana geçmesi bu coğrafyada en zor olan konuların başında gelmektedir.
Gerek FKÖ, gerekse HAMAS gibi direniş örgütlerinin konseptlerini ve sosyolojik yapılarını tam olarak anlayabilmek için, öncelikle onların isyan ederek, başkaldırıp devamlı saldırı pozisyonlarımı muhafaza etmelerinin nedenleri ile İsrail’in eylemlerinin doktriner olarak incelenmesinin yararlı olacağı düşüncesindeyim.
İsrail’in Filistin halkına karşı davranışının, sosyolojik açıdan ele alındığında, tamamen KOLONİZASYON olduğu görülmektedir. Bu hususun Amerika Birleşik Devletlerinin (ABD) 39. başkanı olan ve 1977 ile 1981 yılları arasında beyaz sarayda görev yapan, JIMY CARTER’ın; “Batı Şeria Gazze ve Doğu Kudüs’te, Filistin topraklarında… APARTHEİD en adi ve alçak formlar içerisinde mevcuttur ki en temel insan haklarından mahrum bırakılmışlardır. Toprakları İsrailli yerleşimciler tarafından işgal edilmiş, el konulmuş ve sonra kolonileştirilmiştir. Ve sadece Batı Şeria’da şu an 205 ten fazla Yahudi yerleşim bölgesi vardır.” deyişinden de teyit etmek mümkündür.
Ancak yine aynı ABD yöneticilerinin, bugünkü uyguladığı politikada neden bu kadar keskin bir dönüş yaparak, İsrail’i cesaretlendirici şekilde onu desteklediğini, dünya kamuoyunun çok ciddi olarak değerlendirmesi lazımdır.
Aynı ABD’nin bizim ülkemiz üzerinde de çok farklı düşünce ve uygulamaları olduğu, birçok eylemlerinden görülmektedir. Ülke sınırlarımız içinde bir Kürt devletçiği kurdurmak ve bizden de toprak almak için askeri haritalar düzenleyen küstah Amerikalı albayların ve onları yönlendiren istihbarat birimlerinin de kamuoyunda bilindiği unutulmamalıdır. Fakat bundan da daha acı olanı ise, ülke yöneticilerinin emperyalist ülkelerle tamamen işbirliği içinde olarak ulusal menfaatlerimizi koruyamayacak durumda olmalarıdır. Ülkemizin demografik yapısını değiştirmek için AKP ve onun lideri ERDOĞAN toplamda yaklaşık 16 milyon civarında olan sığınmacıları ülkemiz içine alarak, en büyük vatan hainliğini yapmış olduğu kamuoyunun iddiaları içinde yer almaktadır. Ben hangi ortama gidersem gideyim olayın bu şekilde değerlendirildiğini görmekteyim. En koyu partizan kişilerin bile ERDOĞAN’IN arkasından küfürler savurduğu bir sır değildir. Bu hususta sosyal medyaya bakmak yeterlidir diye düşünüyorum.
Tüm bunların yanı sıra, Türkiye’de iktidarda bulunan AKP ve onun lideri ERDOĞAN da; “Ben büyük Ortadoğu projesinin (BOP) eş başkanlarından biriyim “ifadesinin üzerinde durularak, bunun ne anlama geldiği ve olası sonuçlarının geniş halk kitlelerine açıklanması ise uzun zamandır sessiz olan muhalefet partilerine düşmektedir. Unutmamak gerekir ki, başka bir ülke veya ülkelerin menfaatleri doğrultusunda faaliyet göstermek vatana ihanetin ta kendisidir. Şimdiye kadar, sadece iktidarın açmış olduğu kulvarda hareket eden, ana muhalefet partisi CHP’nin bir an önce silkinerek kendisine gelip gerektiği gibi muhalefet görevini yerine getirirken, ülke için ivedilikle, çok acil olan ERKEN SEÇİM olgusunu da halk kitleleri ile beraber yüksek dozdan seslendirmesi artık kaçınılmazdır. Uyan ey halkım ülke elden gidiyor. AKP kadroları tamamen kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederek, ülkemize onarılmaz yaralar açmaktadırlar. Vatana ihanetin boyutunun menfaat ve çıkarlar yumağında eridiğini görmek entelektüel birikimli camiayı derinden yaralamaktadır. Çünkü onlar cemaat sürüsü gibi biat etmiş topluluklar değildir.
Unutmamak gerekir ki, tarih sahnesinde, kolonileştirilmiş ve boyun eğdirilmiş bölgelerin yerleşik halkları, barbar, ilkel, isyancı, asi ve terörist gibi isimlerle kamuoyu yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Ancak, hâkim kesimler tarafından yapılan, bu tanımlamaların tamamen psikolojik harp metotları kapsamında, taktik propaganda olduğu dikkate alınmalıdır. Günümüzde ve uzun yıllardan itibaren süregelen ismi konmamış olan, SİYONİST KOLONYALİZM tamamen İsrail devletinin uyguladığı bir metot olup, klasik Avrupa tarzı kolonyalizm ile mukayese edilmesi ise, oldukça zordur.
SİYONİST KOLONYALİZM, yerli nüfusun, yerlerinden edilerek başka bir alana transfer edilmesi olgusunu bünyesinde barındırmaktadır. Siyonistler bir “ANA ÜLKEYE“ sahip olmadıkları için bu misyonu hem teoride, hem de pratikle geliştirmişlerdir. Öncelikle bu Siyonist kolonyalizmin gündeme gelmesinde, önemli bir temel taşının BİRLEŞMİŞ MİLLETLER tarafından atıldığı görülmektedir. 1920 yılında Birleşmiş Milletler “ MANDA YÖNETİMİ “ kavramını onaylamıştır ki böylece Filistin’in İNGİLİZ KOLONYALİZMİNE açılması gündeme gelmiş bulunmaktadır.
Siyonist kolonyalizm tamamen “APARTHEID“ sistemine dayanmaktadır. Apartheid, kelime anlamı itibariyle, AYRILIK ifade etmektedir. 1948 ile 1994 yılları arasındaki 46 yılda, resmi devlet politikası olarak iktidardaki “ULUSAL PARTİ“ hükümeti tarafından IRKSAL AYRIMCILIĞI savunan bir sistem olarak GÜNEY AFRİKA CUMHURİYETİ ile NAMİBYA’DA uygulanmıştır.
17. Yüzyıldan itibaren Güney Afrika’ya göç eden Hollandalı, Alman, Fransız ve İngiliz göçmenlerin neslinden gelen kişilerden oluşanlar bu ülkedeki BEYAZLARIN çoğunluğunu oluşturmaktaydılar. Bu süreç Avrupa kökenli beyazlar tarafından “BAAASSKAP“ adı verilen beyaz ırkın diğer ırklardan üstün olduğunu savunan ideoloji kapsamında desteklenmiştir.
Güney Afrika çok kültürlü bir ülke konumundadır ve ülke nüfusunun % 80.2 oranını siyahlar % 8.8 seviyesindeki kısmını renkliler, geriye kalan % 8.4 tutarındakilerin ise beyazlardan meydana geldiği bilinmektedir. Bu oranlama çerçevesinde nüfusun % 2.5 düzeyini ise Asyalılar ile diğer gruplar oluşturmaktadır. Sosyal yapının bu kadar çeşitli olması neticesinde ülkede 11 tane resmi dil kabul edilmiş olup, ancak apartheid rejimin sona ermesinden sonra uygulamaya konabilmiştir. İşte İsrail devletinin uyguladığı politikalar, Güney Afrika’da pratiğe konmuş olan aparteid rejimin bir kopyası olarak açıklanabilir.
İsrail’in 1967 yılında işgal ettiği Gazze şeridi, Batı Şeria ve Doğu Kudüs içindeki, Filistinlilerin yaşam yerleri ile mobilizasyon imkânları incelendiğinde, bu yerleşim yerlerini Güney Afrika’daki “BATUSTANLAR“ ile mukayese etmek olasıdır. Gazze şeridi, Filistinlilerin yaşadığı yerlerden ve dış dünyadan tamamen izole edilmiş durumdadır. BATI ŞERİA’da ise, 2002 yılında, ortasından geçen 8 metre yüksekliğinde ve 1.000 km uzunluğundaki duvar, hem Filistinlileri kendi içlerinde, hem de İsrailliler ile Filistinlileri birbirlerinden ayırmayı sağlamıştır. Bu bölgelerde birbirinden kopuk yerleşim adacıkları vardır ki onların da çevresi tamamen Yahudi yerleşim yerleri ile çevrilidir. Doğu Kudüs’te yaşayan Filistinliler ise, yine benzer şekilde, Yahudi yerleşimleri ile kuşatılmış durumdadır.
Topraktaki fiili duruma bakıldığında, İsrail 1948 – 1949 savaşında toprağın % 78 oranındaki kısmını ele geçirmiş ve 1967 yılına kadar ise, gerek kanunlarla gerekse zor kullanarak bu toprakların kolonizasyonunu tamamlamıştır. Bu yıl sonunda Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze şeridinin işgal edilmesiyle kalan % 22 toprak miktarının önemli bir bölümünü de kolonileştirmiştir.
İSRAİL işgal edilmiş topraklarda Filistinlileri ufak yaşam adacıklarına hapsetmişler ve orada devamlı oturmalarını sağlamaya çalışmışlardır. Bu adacıklar arasındaki geçitleri ise, sadece Yahudiler kullanabilirlerdi. Filistinliler ise bu ara yollardan geçme şansına sahip değillerdi. Bunun yanı sıra, toplamı 600 civarında olan kontrol noktasının da İsrailliler tarafından tesis edildiğini dikkate almak gereklidir. İşgal edilmiş topraklarda Yahudi yerleşimciler her türlü silahı taşıma yetkisine sahiptiler ve üstüne üstlük, nefsi müdafaa diyerek Filistinlileri de öldürdüklerini unutmamak lazımdır. Ben bu konuları, hem yerindeki insanlardan dinledim, hem de bazılarına bizzat şahit oldum. Yahudiler gerek işgal ettikleri, gerekse kendilerine ait olan topraklarda Yahudileri daima ÜSTÜN IRK olarak tanımlamaktaydılar.
Yahudiler kendilerini “ ÜSTÜN IRK “ kabul ederek, Filistinlileri ikinci sınıf insan olarak değerlendirmektedirler.
Ben bu konuyu, hem birçok seyahatimde net olarak gözlemledim, hem de önemli MOSSAD elemanları ile detaylı olarak konuştuğumda gündeme getirmiştim. Bunun yanı sıra, tam yeri gelmişken geçmiş tarihten örnek vermek amacıyla, bir hususu da dikkatlerinize sunmak istiyorum. 3 ve 4 Temmuz 1976 tarihinde, Filistin Kurtuluş Örgütü ( FKÖ ) militanları, TEL AVİV – PARİS seferini yapan AIR FRANCE FLIGHT 139 sefer sayılı uçağını Uganda’nın ENTEBBE havaalanına kaçırmışlardı. MOSSAD Etebbe havaalanına bir operasyon düzenlemeyi çok gizli, hükümetten bile saklayarak planlamıştır. Çok seçme İsrail komandolarının uçağı havalandıktan sonra ancak İsrail hükümetinin haberi olmuştur. Yapılan, ENTEBBE baskınında şimdiki başbakan olan, Benyamin Netanyahu’nun ağabeyi YONATAN NETANYAHU komutasındaki tim, 1 saat içinde, 7 kişi olan bütün militanları ölü olarak ele geçirilirler ve bu arada 45 tane de Uganda askeri öldürülmüştür. Baskın sürecinde üç rehine de maalesef kaybedilmiştir. Tim komutanı YONATAN NETANYAHU da ölen yegâne İsrail askeri olup, diğer 5 asker de yaralı olarak operasyondan dönmüşlerdir.
İşte ben bu ENTEBBE operasyonunda görev almış olan AVRAM B.G. ile bu ÜSTÜN IRK konusunu tartışırdık. Muhtelif zamanlardaki görüşmelerimizde ondan; “biz bu üstün ırk konusunu Nazilerden öğrendik ve şimdi aynı metotları uyguluyorlar. Ancak bana sorarsanız tasvip etmek zordur. Çünkü dünyadaki tüccar ve finansör algımızı olumsuz yönde etkilemektedir“ dediğini ayrıca not etmek isterim.
ENTEBBE baskınında görev alan AVRAM B.G. oğlu da 31 Mayıs 2010 tarihinde, sabah saat 04.30 civarında uluslararası sularda Gazze şeridinin 73 mil açığında MAVİ MARMARA gemisine operasyon yapan özel kuvvetlere bağlı timin komutanı yüzbaşıdır. Hala görevde olduğu için ismini hedef göstermemek için burada belirtmiyorum. Bu baskında da 10 tane aktivistin öldürüldüğünü ve 60 kişinin de yaralandığını belirtmeden geçmek istemiyorum. İsrail hükümeti, baskın tarihinden ancak 3 yıl sonra Türk hükümetinden resmen özür dilemiş ve 6 yıl sonra da ölenler için 20 milyon dolar tazminat ödemiştir.
Devamı bir sonraki yazıda…