Emperyalizme karşı tedbir almayıp, tarikatlardan kurtulmayan toplumlar, içten yozlaşarak parçalanmaya mahkûmdurlar
Bir önceki yazıdan devam
İktidardaki AKP, eğer isterse bu “geri kabul sözleşmesini” bir gecede, tek taraflı olarak iptal edebilir. Bunun örneğini de son zamanlarda bir gecede iptal ettiği “İstanbul sözleşmesi“ teşkil etmektedir. Bu sözleşmeyi Sayın Erdoğan nasıl bir gecede iptal ettiyse, bu geri kabul sözleşmesini de yine bir gecede iptal edebilir. Tabi tüm bu eylemlerin gerçekleşmesi için “Müslüman kardeşler“ ideolojisinde hareket etmemek ve halkı düşünmek gerektiğini de unutmamak lazımdır. Bu durum ülkenin bölünmesine giden nihai taşları döşemektir. Her zaman iktidarın bebe ortağı Devlet Bahçelinin ağzından sık çıkan “beka“ sorununu gündemde tutma kaygısına rağmen, bu uygulamalara ortak olduğunu unutmuş görünmektedir. Vatana karşı yapılan bu hareketin nasıl tanımlanacağını, artık değerlendiremiyorum. Lütfen siz sayın okuyucuların elinizi vicdanınıza koyarak bu durumu görerek karar veriniz.
AKP ile FETÖ örgütünün altın çağları
Türkiye’deki bir döneme bakıldığında, 2011 ile 2015 yılları arasındaki sürecin FETÖ silahlı terör örgütünün “altın çağlarının“ yaşandığı süreçtir ki bu durum AKP lideri Erdoğan’ın “ne istediler de vermedik ki“ açıklaması ile hayat bulmuştur. Nihayet gelişmeler çerçevesinde, 2015 yılının 15 Temmuz gününe geldiğinde ise, CIA güdümünde FETÖ silahlı terör örgütünün, Türk ordusu içine kendi yurtlarında ve okullarında yetiştirdiği elemanların zaman içerisinde sızması neticesinde, bu subaylar vasıtasıyla, ayaklanıp isyan çıkarması gündeme oturmuştur. Bu isyan ise, yine aynı şekilde Atatürkçü subayların direnmesi ile başarıya ulaşamadan bastırılmıştır. Bu olaylar olduğunda ben de İstanbul’da ve Çengelköy’deydim. Orada ne zaman, kimden, nasıl talimat aldığını bilemediğim ancak giyim ve kıyafetlerinden, tarikat mensubu olduğu anlaşılan kişilerin, kuleli askeri lisesi öğrencilerine düşman gibi saldırdıklarını, ellerindeki satırlar ve özel hazırlanmış sopalar ile kıyasıya vurduklarına bizzat şahit oldum. Bu arada müdahale etmek isteyen sivil kıyafetli bir yedek subayın ise, başından ağır yaralandığını izledim.
Bahsettiğim olayların bir kısmının da Hüsamettin Bentürk sokağında olmasına da hayret ettim. Çünkü Sayın Hüsamettin Bentürk, çok değerli bir istihbarat uzmanı olarak bilinmektedir. Teşkilat-ı mahsusa bünyesinde unutulmaz başarıları olduğu arşivlerde yer almaktadır. Oradaki Caminin nargile içilen kahvehanesinde oturduğum sırada çevredeki insanlarla konuştuğumda, bana ne olduklarını bilmediklerini, ancak tarikatların bazen böyle birbirlerine girdiklerine şahit olduklarını anlatmışlardır. Bu olay beraberinde planlanmış bir şekilde, hemen 15 gün sonra, 31 Temmuz 2016 tarihinde 669 sayılı KHK ile 40 tane askeri hastanenin kapatılmasını gündem getirmiştir. Böylece “dünyada askeri hastanesi olmayan tek Türk ordusu“ numune olarak AKP iktidarının şaheseri olarak tarihteki yerini almıştır. Tabi tarihi yazanlar, olaylara objektif olarak baktıklarında AKP perdesinin arkasındaki lider Erdoğan’ı nasıl takdim edeceklerdir bilmiyorum. Yine de takdiri sizlere bırakıyorum!!
AKP’nin Türkiye’yi dinselleştirmesi
Bilindiği gibi Avrupa birliği, (AB) Birleşik Krallık (UK), Amerika Birleşik Devletleri (ABD ) gibi demokratik gelişmiş ülkelerde, iktidarda bulunan parti, yine aynı konumunu muhafaza edebilmek ve yeniden yönetime seçilerek iktidarda kalabilmek için, “yapmış olduğu icraatları, gerçekleştireceği projelerini ve halkı ekonomik olarak nasıl daha refah düzeyine ulaştıracaklarını“ anlatarak toplumdan oy istemektedirler. Bu durumun halkı yönlendirme ve kontrol etme çabası olduğu dikkate alınmalıdır. Bunun yanı sıra, demokratik olmayan, ancak AKP lideri tarafından sıklıkla “ileri demokrasi“ kelimeleri telaffuz edilen, Türkiye gibi, üçüncü ülkelerde iktidarda olan partilerin yine koltuklarında kalabilmek amacıyla, “kutsal değerler ve tehditler“ üzerinden siyaset yapıp, taban oluşturarak, oy devşirme çabasında oldukları görülmektedir. İşte bu yaklaşımın devamı niteliğinde olan AKP devamlı olarak yarattıkları “iç tehdit“ unsurunu iktidarda kalabilmek amacıyla devamlı canlı tutmaktadır. Bu tamamen hayali olan, iç tehdidin ise, farklı reel olmayan enstrümanlar kullanılarak AKP tarafından yaratılmış olduğu unutulmamalıdır.
Son zamanlarda yine hukuksal olmayan bir şekilde yapmış oldukları “kayyum atamaları “ olgusunun da kamuoyuna iç tehdit algılatması kapsamında olduğu görülmektedir. Ülkede iktidardan düşmemek ve olası bir kamuoyu nezdindeki, muhtemel yargılamanın önünü kapamak için, AKP ve onun destekçilerinin iç tehdit yanı sıra ona ilaveten “dış tehdit“ unsurunu da kullanma gereğini duydukları son zamanda izlenmektedir. Böylece AKP iktidarı ve onun lideri Erdoğan’ın “hem iç hem de dış tehdit“ unsurları yaratarak onları beraberce kullanma politikası halkın önüne iktidarın bebe ortağı Devlet Bahçeli tarafından, getirilmiş bulunmaktadır.
AKP iktidar olduğu 2002 yılından başlayarak Türkiye’nin dinselleştirilmesinde, tarikatların ve bu tarikatlara insan kaynağı yetiştiren imam hatiplerin rolünün çok büyük olduğu yadsınamaz bir gerçektir. AKP lideri olan Sayın Erdoğan’ın da imam hatiplerden yetişmiş olduğu hususu bu gelişimde çok ciddi bir rol oynamaktadır. Bunun yanı sıra, ABD gibi emperyalist ülkelerin tarikatlar ile hangi unsurları değerlendirmek için ilgilendiği ise, devletin “bekası“ kapsamında çok önemli bir konudur.
Burada bahsettiğim “beka“ siyasi algı yaratıp oy toplamak için Devlet Bahçelinin ağzına sık sık pelesenk olan “beka“ değil gerçek manada toplum tarafından tehlike olarak algılanması gereken bir “beka “ olduğu bilinmelidir. Emperyalist ülke ABD ve onun yöneticilerinin tarikatlar ile neden ilgilendiklerine, bir örnek vermek gerekirse, 22 Temmuz 2009 tarihinde, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın onayıyla Washington’dan Ankara Büyükelçiliği’ne gönderilen telgraf, istihbarat birimlerinin elinde olduğunu düşünüyorum, “Tarikatlar, Kürtler ve İslam ve Türkiye’de azınlık dinleri konusunda bilgi talebi” başlığını taşıyordu. İşte bu telgraf içeriğinde sorulan sorulara bakıldığında, belirli istihbarat planlarının hazırlanıp, pozisyon alınmasına yönelik olduğu görülmektedir. Tarikatlara ilişkin ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından:
– Bugün Türkiye’de üye sayıları ve siyasi kudretleri bakımından en güçlü İslami cemaatler ya da tarikatlar hangileridir?
– Tarikat üyeliğinin, oy kullanma tercihleri gibi siyasi eylemlerle arasındaki ilişki nedir?
– Tarikatlar hangi işlevleri görüyor?
– Bu gruplara üyelik nasıl işliyor?
– Dışarıdan birileri de bir gruba yaklaşıp katılmak isteyebilir mi, yoksa üyeler tarafından davet edilmeleri mi gerekir?
– İnsanlar hiç tarikatlarından ayrılırlar mı?
– Tarikatlar birbirleriyle nasıl geçinir ya da ilişki kurarlar ve bunu niçin yaparlar?
– Bir tarikatın bünyesinde, İslami kuralların farklı geleneklerine ya da ekollerine mensup olmak cemaatin genel dinamiğini nasıl etkiler?
– Tarikatların önde gelen üyeleri, hamilik ilişkisi dışında da, özellikle gündem belirlemek açısından bu gruplara göre mi hareket ederler? kapsamındaki sorular soruluyordu. AKP iktidarında gelinen noktada Parlamentoda temsil edilen siyasi partinin içinde mutlaka farklı tarikatlara mensup, o tarikatlarla doğrudan ya da dolaylı ilişkisi bulunan, ya da dini grupların sözcüsü ya da temsilcisi gibi bir işlev gören milletvekillerinin bulunuyor olması ise, bir tesadüf olmayıp AKP yöneticilerinin tercihidir.
Bunun yanı sıra, diğer sağ görüşlü partiler içinde ise, yine TBMM’de birçok tarikatların mensubu veya orada yetişmiş kişilerin milletvekili olarak bulunduğu da bir gerçektir. Bu gelişimin neticesinde, Adalet, içişleri, eğitim, sağlık, bayındırlık, enerji, tarım ve benzeri bakanlıkların, kamu kurum ve kuruluşlarının kritik noktalarında tarikat mensubu bürokratların bulunduğu unutulmamalıdır. Bu oluşumda emperyalist devletlerin yönlendirmeleri ve onların kendi çıkarları ile Türkiye’nin bir türlü düzeltilmeyen “feodal yapısı“ etkisinin de olduğu dikkate alınmalıdır. Hukukun üstünlüğünün esas alındığı gelişmiş batı ülkelerinde bu tip dinsel ögeleri kullanarak, bir aileye dönük, “sömürü düzeni“ geliştirmiş olan grupların isimleri ne olursa olsun, “marjinal“ olarak kalmaya mahkumdur. Türk kamuoyu tarafından unutmamak gerekir ki, “hukuk bir gerekliliktir, hukuk bir düzendir, hukuk olmazsa olmazdır, hukuk toplum halinde yaşamaktır“ hukukla beraber hayatı paylaşmak söz konusudur ki, adalet güçlüyü değil haklıyı korumaktır. Güçlünün adaleti olduğu zaman “otokrasinin“ kapıları aralanmış demektir, “suiistimal kapısını aralama ardına kadar açılır“ deyişini hatırlamak yerinde olacaktır.
Bu kapsamda, son örneklemeler içeriğindeki gelişmeler dikkate alınırsa, Sayın Yargıtay Başkanı Ömer Kerkez’in 2024 adli yılın açılışında, yapmış olduğu konuşmada, ülkemizde yargının çok kolaylıkla yapılacak yeni uygulamalar çerçevesinde “bağımsız bir yargı“ gerçekleşebileceği hususunda, topluma ümit vermediğini bu vesile ile not etmek isterim. Gerek bağımsız yargının oluşmaması, gerekse AKP içindeki fraksiyon denilebilecek gruplaşmaların kulislerde yapılan tartışmalarda, Sayın Erdoğan’ı devamlı destekleyip ön plana çıkan bazı isimler vardır ki bunların başında Devlet Bahçeli ile Numan Kurtulmuş’un yer aldığı medya pozisyonlarında görülmektedir. Bu vesile ile öncelikle Sayın Erdoğan ve Numan Kurtulmuş’un beraberliği ile yurt dışı gezilerinde kendisine tercümanlık yapan tüm gizli toplantılara girdiği, dışişleri emekli mensupları tarafından iddia edilen kadının Kavakçı ailesinden olması diplomatik çevrelerde dikkat çekmektedir. Sayın Erdoğan’ın Kavakçı ailesine olan yakınlığı, bana her zaman çeşitli ortamlarda sorulan sorular içinde bulunduğundan, eskiye dönük notlar vermemin bilgilerinizi tazelemek açısından, gerekli olduğunu düşünüyorum. Böylece bu günlerin temelinin nerede ve nasıl hayata geçtiğini daha iyi değerlendirme imkânı olacaktır.
Devamı bir sonraki yazıda…