Afrika’nın bir yerlerinde yaşayan, elleri mızrak ve kalkanlı, uzun boylu, bedenleri turuncu bir kumaşla örtülü, ince yapılı, atletik vücutlu, burunlarında bir delikten girip diğerinden çıkan bir kemik parçası geçirilmiş yerlileri hatırlatan bir sözcüğü yazımın başlığı yaptım. Cumba değil de “Djumba” şeklinde yazsam ve bu sözcüğün “Swahili” dilinde “merhaba” demek olduğunu söylesem kim bilir kaç kişi inanır.
Bu düşünceyle hareketlenen anılarım beni hep özlem duyduğum eski günlere ve mekânlara savurdu gitti. O devirde İzmir’in bütün semtlerinde bütün evlerin ikinci katında, caddeye bakan ön cephesinde her yanı kapalı balkon-oda benzeri bir çıkıntı olurdu. Cumba buydu işte. Sanki binaya sonradan yapıştırılmış kaptan köşküne benzeyen bir çıkıntı. Benzetmede pek de yanıldığımı sanmıyorum çünkü Şemsettin Sami’nin Kaamus-u Türkî isimli sözlüğünde üçüncü anlam olarak “Gemi direğinde bulunan gözetleme yeri veya savaş gemisi kulesi” yazdığını gördüm. Ön cephesi ve iki yan cephesinde siyah stor perdeler olurdu.
Bilenler bilir, İzmir’in güneşi İmbat çıkana kadar yakar adamı. Bu kaptan köşkü müsveddesi şirin odacığın sağ ve sol tarafında hacmine göre bir ya da iki kişinin oturabileceği büyüklükte birer sedir olurdu. Ön cephede, tam ortada bazen sabit, bazıları inip kalkan şekilde bir masa-tezgâh ya da geniş raf (Nasıl adlandırıldığını bilmiyorum) bulunurdu. Çayınızı, kahvenizi belki de rakınızı koyacağınız bir düzlem.
Orada her sabah kahvaltısını yapan, her akşam rakısını demlenmeden yaşayamayan bir tanıdığımız bile vardı. Düşünün; sessiz bir odacıkta keyfinizi çıkarırken altınızda capcanlı bir cadde ya da sokak, tam karşınızda – yerine göre – Ege Denizi. İşten dönen beylerin şehir kulübüne gitmek istemeyenleri için günün yorgunluğunu atma yeri. Hele bir de rakı, Bergama tulumu ve kavun varsa… Gündüz evin büyük hanımının işlerini yoluna koyduktan sonra eline yününü ve şişlerini alıp sedirlerden birine rahatça yerleştiği en huzurlu yerin orası olduğunu bilmem anlatmaya gerek var mı? Ninem yaprak dolmalarını hep orada sarardı, akşam sohbetinde de o gün sokaktan kimler gelip geçti anlatırdı, belli ki cumba hem üretim hem de istihbarat dairesiydi.
İstanbul’un bazı mahallelerinde de cumbalı evler gördüm ama nedendir bilmem aynısı değildi sanki. Zaman acımasız oluyor. Artık beton her karşılaşmadan galip çıkıyor. Son zamanlarda bırakın cumbayı, balkonu, bazı binalarda pencere bile açılmıyormuş. Herkes için söyleyemem ama bence “Cumba Huzuru, cumba keyfi” diye bir şey vardı. Cumba çok özel bir alandı. Ev halkına ait sükûnet alanı. Psikoterapi odası gibi bir şey.
Diğer taraftan düşünüyorum da cumbalı hayat artık kolay yaşanamaz. Ne zamandır artık aile sabah kahvaltısına bile aynı saatte, aynı masada oturamıyor. Delikanlıya bakıyorsunuz, sofradan bir ekmek alıyor, içine peynir sıkıştırıyor, ayakta çayıyla birlikte hızlı hızlı yutuyor ve kaçar gibi gidiyor: “Haydi evdekiler, servisi kaçıracağım, ben kaçtım!” Baba zaten yarım saat önce fırladı gitti. Aile dışarıya kaçanlarla ve evde kalanlarla savaş alanında gibi. Hem de akşama sinirli, yorgun, mutlaka bir olaya delirmiş hâlde ve aç dönecek.
Gene de cumba, görevini devam ettiriyor bazı evlerde. Evde kalan yaşlılar var; anneanneler, babaanneler, dedeler… O sakin ortamda örgü örerler, yama yaparlar, dolma sararlar, gazete okurlar, bulmaca çözerler, kitap okurlar ve bazen de kendi yaşıtlarının ziyareti ve sohbeti ile günü geçirirler. Erkekler ülkenin siyasetini masaya yatırırken hanımlar genellikle dedikodu yaparlar ama ortak konuları hiç eksilmez: Hastalıkları, ağrıları, ilâçları, doktorları.
Eskiye Özlem denilen bu satırlarım bana cumbanın bir tür yaşam kültürü olduğunu ve kaybolunca yaşamın tatsızlaştığını anlatıyor. Eh ne yapayım, bu da bir türlü yaşlılık nazlanması.