Bilim insanları uzun zamandan beri farkında olduklarını söylüyorlar. Birileri daha var; yaşlılar. Onlar yaşadılar, çalıştılar, karınlarını doyurmakla, çocuklarını yetiştirmekle, para kazanmakla geçirdiler yıllarını. Sonra bir gün geldi, yaşamları boyunca mücadele ettikleri pak çok meseleden uzaklaşma vakti geldi. Belki hiç yalnız kalmadılar, aile içindeydiler, çocukları, torunları vardı ve harra gürra içinde devam etti yaşamları. Onlar yalnız kaldıkları zaman denizi, dağları, kuşları, çiçekleri seyredip rahatlamak üzere koltuklarına çekildiler. Ev halkı sabah çıktı gitti evden. Kimi işine, kimi okuluna, kimi arkadaşıyla gezintiye, eğlenceye. Benim ilgilendiğim insanlar onlar değil. Benimkiler bilim insanları kadar bilgi sahibi değillerdir ama onların sözlerine kulak veren sonra da şu çok çok değerli soruyu kendilerine soranlardır: “Acaba dedikleri gibi mi? Bizleri, hepimizi, insanlığın geleceğini bekleyen bu mu?”
İşte bu can alıcı soruyu bize, kendimize sordurtanlardan biri olan ünlü yazar Jacques Attali yeni kitabını çıkardı: “Şehirlerin Tarihi ve Geleceği”. Henüz elime geçmedi yeni eser ama Attali’nin yazdıklarını okumanın uyarıcı olduğunu biliyorum. Yeni kitabını tanıtan bir özet yazı okudum. Yayıncı “Flamarion” sunmuş. Önce bunu okuyalım.
“Kentlerin tarihleri ve gelecekleri. On bin yıldır yaşanmakta olan bir şehrin ve Atlantis’in gerçekten de bir zamanlar var olduğu, 4.000 yıl önce Doğuda içinde lâğım sistemleri ve sıcak sulu banyoları olan bir şehrin var olduğu, Orta çağda asansörlerin var olduğu, çok ünlü bir kentin binalarının toplam ağırlığının 75.000 Eyfel Kulesi ağırlığında olduğu ve bu kentin onların ağırlığı altında çökmekte olduğu, kara parçalarının %3’ünden de azı bir alanda 4 milyar insanın yığılmış olduğu, bir gün gelecek 10 kentin nüfusunun 50’şer milyonu geçeceği biliniyor mu? Bunlar, bugüne kadar yayınlanmamış bu heyecan verici freskte keşfedilen bilgiler, tarihler ve kentlerin gelecekleridir. Yarın, eğer bir şeyler yapılmazsa, içinde insanlığın üçte ikisinin yaşayacağı birçok kent çölden ya da açık hava hapishanesinden başka bir şey olmayacak. Buna rağmen, 12 basit prensip uygulanarak kasabalar, kentler herkesin yaşam zamanına sahip olacağı, yaratacağı ve mutlu olacağı doğa ile uyumlu, sakin yaşam alanları olabilir.”
Nerede şimdi o tarihî kentler ve ne olacak bugünün o devasa yerleşim merkezleri? Paris çökmekte diyor. Venedik battı batacak diye bekliyorlar. Hollanda’nın sular altında kalmasına çok zaman yok iddiası ne zamandır söylenip duruyor. Fırtınalar, tsunamiler, depremler, su baskınları, yanardağ faaliyetleri, söndürülmesinde büyük zorluklar çekilen yangınlar. Sayılarının artmakta olduğu, daha sık aralıklarla tekrarlandığı, olmaz denilen yerlerde bile oluşmaya başladığı gerçek değil mi?
Jacques Attali, tarih ve bilim hakkında bildiğimiz her şeyden yola çıkarak önümüzdeki hayal edebileceğimiz elli yılın inanılmaz hikâyesini bu eserinde anlatıyor. Milletlerarası ilişkilerin nasıl evrileceğini, demografik çalkantıların, nüfus hareketlerinin, çalışma hayatındaki değişimlerin, yeni piyasa biçimlerinin, terörizmin, şiddetin, iklim değişikliğinin, bazı inanç ve sosyal yaşam baskılarının etkisinin günlük hayatımızı nasıl bozacağını ortaya koyuyor. Ayrıca, şaşırtıcı teknolojik gelişmelerin iş, eğlence, eğitim, sağlık, kültürler ve siyasi sistemlerde nasıl devrim yaratacağını da gözler önünde sergiliyor. Bugün skandal olarak görülen ahlâkın bir gün nasıl kabul göreceği gibi örnekler sunuyor. Bolluğa doğru ilerlemenin, yoksulluğu ortadan kaldırmanın, herkesin teknoloji ve ticari hayal gücünün faydalarından eşit bir şekilde yararlanmasını sağlamanın, kişinin hem kendi aşırılıklarının hem de düşmanlarının özgürlüğünü korumanın, gelecek nesillere daha iyi korunan bir çevre bırakmanın, dünyanın tüm bilgeliğinden yeni yaşam ve birlikte yaratma biçimleri doğurmanın insanlığı kuruluşa götürebileceğini anlatıyor. Bu haberi dinledikten sonra bir başka sohbet programında değerli hocalarımızdan Prof. Naim Babüroğlu’nu seyrettim ve can kulağıyla dinledim. Aynı konuya değindi ve doğruladı.
Böyle bir geleceğin bizi beklediğini düşünmek bile korkutucu olduğu hâlde ne yazık ki insanlık hiç etkilenmiyor. Bilim insanları yazıyor, anlatıyor, söylüyor ama ne fayda. Artık her olay bana “İnsan insanın kurdudur” (Homo Homini Lupus) tespitini hatırlatıyor. Belki insan insanı yemiyor ama yaşam koşullarını, imkânlarını yok ederek aynı kapıya çıkıyor. Bazı insanlar geleceği düşünmeden, bazıları ise bir gelecekleri olmadığını ya da olamayacağına inanarak günü gününe yaşamayı tercih etmişler gibi geliyor bana. Kimin umurunda gelecek? “Bugün ne yaparsam yanıma kâr kalacak mâdem vur patlasın çal oynasın, yarını yarın düşünürüz” diyebilenler çok değil ama şimdiden beklenen doğal ve sosyal felâketi yaşamaya başlayan milyarlarca insan var dünyamızda. Onlar ya da diğerleri anlamalıdırlar ki belki de bu gidişle yarınlar olmayacak. Son zamanlarda sıklaşan fırtınalar, hava kirlilikleri, ormanların tahribi, denizlerin ve suların kirlenmesi ve benzeri doğal darbeleri hiç mi umursamıyor insanoğlu. Gün gelecek canımız çok yanacak ama son pişmanlığın faydası olmayacak.