Pazar, Temmuz 13, 2025

Huzuru korumak

Diyeceksiniz ki huzur da neymiş, nasıl bir şeydir, anlat da bilelim, arayalım, bulalım, rahata erelim. Haklısınız, her yaşta, her kesimde insanların iyiden iyiye unutmaya başladığı bir duygu huzur denilen ve anılardan bile silinmeye yüz tutmuş bir kurgu. Şu dünyanın hâline bakın: Her tarafını kavgalar, savaşlar, göçler sarmış. Üçüncü dünya savaşı çoktan başladı ama ilk ikisine benzemediği için herkes fark etmiyor. Her yerde insanlar birbirini yiyor. Açlık, işsizlik, varlıklı-varlıksız uçurumu hızla artıyor. Çevremizde her şey çöküyor. Havalara bile bir şeyler oldu; şimşekler çakıyor, yıldırımlar düşüyor ama yağış yok. Buzlar eriyor dostlarım, kutup ayıları bizden daha şaşkın. Dünya hızla değişiyor ve buna insanlar sebep.

Bu karmaşa içinde huzur aramak ihtiyacı birçok farklı coğrafyada oluştu. Bu tür beklentinin en çok uygulananı yerler parklardır diye düşünüyorum. Kent dışında ama ulaşımı zor olmayan yakın bölgelerde sessizliğe, temiz havaya, yeşilliğe, çiçeklere ulaşabileceğimiz yerlerden bahsediyorum. Motor gürültüsünün yerini kuş seslerinin aldığı ağaçlıklı yerlerden. Oralarda yaşayanların sükûnete duydukları ihtiyacı bulabildikleri yerlerden.

Böyle bir huzurlu yer birkaç saatimizi geçirdiğimiz, dinlendiğimiz sonra da kaçtığımız gürültülü, telâşlı şehir ortamına döndüğümüz mekân değil de hep özlediğimiz ortamda yaşayabileceğimiz bir yer olsa ne güzel olurdu değil mi? Var değerli okurlarım, böyle yerler var ve oralarda bütün bir ömür geçiren insanlar var. Orası Japonya’da “Satoyama” adıyla anılan yerlerdir. Gitmedim, görmedim ama hayaller kurarak gidenleri, görenleri dinledim, hakkında yazılar okudum.

Gelin edindiğim bilgileri beraber okuyalım: “Japonca’da “satoyama” kelimesi, doğal dünya ile insanların dünyası arasında yer alan bir görünümü ifade eder. Örneğin, insan ayağı girmemiş orman ile hareketli kent manzarası arasında hem doğal hem de insanî unsurları barındıran bir ara bölgedir. İnsanların yemek için pirinç yetiştirilen tarlaları insan ortamıdır, ancak ilkbaharda suyla dolduğunda doğal dünyanın görünümünü alırlar. Günlük yakacak olarak kullanılan ormanlar sayısız böceğe ev sahipliği yaparken, hayvanların beslenmesi için otların biçildiği çayırlar da rengarenk mevsim çiçekleriyle dolarlar. Satoyama terimi farklı yaşam türlerine ev sahipliği yapan bir cenneti tanımlamak için kullanılabilir ve son yıllarda bu türlerin flora ve faunasının çeşitliliği biyolojik çeşitlilik olarak bilinir olmuştur. Eskiden Japonların nostalji ve özlem duyduğu yerlerdi burası günümüzde de öyle.

Çocukluğumdan beri tutkuyla bitkileri ve böcekleri inceliyorum ve onları bugün hâlâ satoyamada gözlemliyorum. Bunu yaparken, günlerini sessizce geçiren, varlıklarının pek çok kişi tarafından bilinmediği pek çok güzel yaşam formuyla karşılaşıyorum. Satoyama’da insan-doğa ilişkisini açıklamak için ateş böceği örneğini ele alalım. Bu böcekler dünyanın çeşitli yerlerinde, genellikle insanlardan uzak, yaprak döken ormanlarda, tropikal yağmur ormanlarında ve mangrovlarda bulunurlar. Japon Genji ateş böcekleri ise pirinç tarlalarının sulama kanallarında yaşarlar. Sayıları az da olsa bir zamanlar kırsal kesimlerde hava karardıktan sonra evlerin etrafında uçuşan ateş böceklerini görmek olağan bir durumdu. Satoyama’nın biyolojik çeşitliliği, sâkinlerinin toprağı çeşitli ve farklı amaçlarla kullanmalarının sonucudur. Bu seçimler rastgele yapılmamış, her toplumun özerk bir yaşam biçimi planlamasıyla gerçekleşmiştir. Çim biçme, odun toplama gibi doğal kaynakların doğru kullanılması ve tüketilmemesi için anlaşmalar yapıldı. Örneğin ilkbaharda kuru çayır otlarını yakmak gibi görevler bireyler için çok ağır olduğunda, topluluklar bunu birlikte yapardı. “Sürdürülebilirlik” terimi enerji ve çevre sorunlarının tartışılmasında popüler hale geldi. Kendi kendine yeten satoyamalarda zaten uzun vadeli planlamanın vazgeçilmez bir unsuruydu.”

Yukarıdaki yazıda anlatılan özelliklere sahip yaşam alanlarını gözleriyle gören, bazılarında geceleyen baba dostumuz buraların birer köy olduğunu belirtmişti. Ben de bazılarını Japon NHKTV kanalında seyretme imkânı buldum. Bu programlardan birinde bir derenin nasıl birden çok işe yarar hâle getirildiği gördüm. Köyün ortasından geçen bir küçük akarsu var. Dere hem köyün ve sâkinlerinin günlük ihtiyaçlarını karşılıyor hem de tarlaları suluyor. Suyu tertemiz. Dereye bir kısacık kol açılmış. Kol dereden başlıyor, birkaç metre yanında ama kendi yatağında akıyor ve tekrar dereyle birleşiyor. Kalp damarlarına uygulanan “bypass” ameliyatı gibi. Bir hanım elinde özel amaçlı bir ahşap döner dolapla geldi, dolabı yarısını yardımcı dereciğin suyuna batacak biçimde oturttu, kapağını açıp içine bazı çamaşırlar yerleştirdi, kapağı kapattı ve gitti. Yardımcı derecik olağan akışı ile dolabı çevirerek “ilkel çamaşır makinası” gibi yıkamaya başladı. İnanın bana program bittiğinde “Burada ölünmez be kardeşim!” dedim büyük bir hayranlıkla ve gıptayla. Buna benzer yaşam alanlarının vatanımız topraklarında da olduğunu biliyorum. Bazılarını gördüm, gezdim ve oralarda da aynı sözleri söyledim. Aradaki fark nedir ki sen ballandıra ballandıra Japon köyünü anlatıyorsun derseniz söyleyeyim: Japonlar koruyor biz korumuyoruz. Cennet köşelerimizi imkân bulur bulmaz gürültülü şehirleşmeye kurban ediyoruz. Gelir yetersizliğinden şikâyetçi gençler o güzelim doğal mekânlarını terk edip gidiyorlar. Bunun sonucunda bizim satoyamalarımız Japonlarınki gibi yaşayamıyor, bambaşkalığın derinliğine itiliyor. Hep böyle olsun istemişimdir Gediz Ovasını: Dümdüz ve çok verimli bir ova, içinde akan Gediz nehri, bir yanında dev gibi “uyuyan fil” görünümlü Manisa Dağı, karşısında Akhisar’ı kuşatan tepeler, ortasında beyaz evli köyler, üzüm bağları, pamuk, buğday, mısır ve sebze tarlalarıyla yemyeşil bir ova. Satoyama anlayışının dev gibi olanı. Zamanla değişmesi ne kadar üzücü!

Fazıl Bülent Kocamemi

Diğer Yazarlar