Avrupa Birliğinin güvenliği konusu dünya siyasetinde eskisinden daha ivedi ve acil olarak gündemdedir. Gün geçmiyor ki konu ile direkt olsun dolaylı olsun kendi içerisinden ve küresel camianın görüş ve önerilerinin çok sayıda ‘son dakika’ örnekleri ortalıkta dolaşmasın.
İlişkilerde varılan noktaya gelinmesinde 1945 yılından sonra kurulan düzen ve sonrasındaki seksen yıllık süreçte Avrupa ülkelerinin kendi güvenlikleri mevzuundaki karar ve tercihleridir. Açık olan şey, bu karar ve tercihlerin; ABD öncülüğünde onların(Batı Avrupa) kurucuları içinde olduğu NATO(Kuzey Atlantik Antlaşma Örgütü) şemsiyesi altında bulunmaları ve Soğuk Savaş dönemince, tamamen bölünmüş bir Avrupa’nın şartlarına havi siyasi şartlanmalar ihtiva etmesiydi.
İlginç olan, Soğuk Savaş bitince dahi ABD’ne yaslanarak savunma harcamalarını ihmal, büyük bir bütçesel kavramı tasarruf edip avantajlarını herhalde muhtelif kanallara tevdi edebilmesindedir. Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra Batı Avrupa, mezkur kaynakları ‘refah devleti’ sosyal demokrasisinden; Doğu Bloku Avrupa’sı da ‘sosyalist’ ideolojilerinden feragat ederek özelleştirilen ekonomilerine uzun senelerce kayda değer transferler, katkılar sağladılar.
Öyle ki Soğuk Savaşın sona ermesi dahi Avrupa ülkelerini, bu konunun geleceğinin önemini, risklerini göz ardı etmelerini önleyemedi.
Milenyum sonrasında ekonomik kriz nöbetlerinin, pandemi tecrübesinin ardından kırılgan hale gelen küresel dünya siyasetinin, belirsizliği pekiştiren bu güvenlik sorunu, Avrupa(Ukrayna) ve Ortadoğu’da(Filistin) nerede ise eşzamanlı şiddetlenen iki sıcak çatışma ile tabiri caizse yakın çevrelerine taşınıverdi.
Bu durum Avrupa’nın savunma ve güvenlik ile ilgili reflekslerini zayıflattı. İngiltere de dahil olmak üzere Fransa, Almanya silahlı kuvvetlerinin bugünkü konumlarından 25 yıl önceki hallerine dönebilmeleri için sadece yüksek savunma fonları kifayet etmiyor.
Avrupa, halihazırda savunma sanayi ve yüksek teknoloji konusunda müstesna yere sahip konumdadır ancak vaziyet, Avrupa’nın güvenliğine dair sadece yüksek teknoloji kapasitesine sahip olmakla halledilecek noktanın ötesindedir.
Bu gelişmelere ilaveten dünyanın bir çok bölgelerinde aktif ve potansiyel gerginlik noktalarının kontrolünün artık yeni bir dünya düzenine olan ihtiyacı açığa çıkarması kaçınılmazdı.1945 sonrası kurulan düzenin uluslar arası kurumları, paktlar, ittifaklar, ekonomik refah modelleri, ilkeleri patinaj yapıyorlarken, çok kutupluluğa meyilli yönelişte güç algısının son seksen senedeki moda ekonomik istatistikler ve kimlikler ile izahı değişiyordu.
Bir avuç G7,G8, G20 homojenliğinden; Brics, ShangayBeşlisi gibi küresel normlara dönüşümler, artık klasikleşmiş ‘Trans Atlantik’ çizgisinde değişimi zorluyordu. Yine de Batı’nın kendisini, demokrasinin özgün kaynağı ve vitrini olduğu şeklindeki haklı sayılabilecek dayanağı noktasından kabul edildiğini varsayalım.
Amerika Birleşik Devletlerinin politikasında şimdi değişim sinyallerinin önü almasının gerekleri aslında yeni olmamakla birlikte geç kalınmışlığı da barındırır. Alışılagelmiş eski dengelere alışkanlığın artık sürdürülebilirliği konusunda Amerikan seçmeninin dahi şüpheleri kendi yaşanmışlıkları çerçevesinde iyice su yüzüne çıkmıştır. Özetle gerek dış gerekse iç politikalarında böyle gelmiş böyle gitmez paradigması ile Amerika Birleşik Devletleri, tek kutuplu dünyada taşları yerinden oynatıyor. Vaziyet alıyor.