Küçük bir çocuktum. İzmir Karşıyaka’ya yabancı sirkler gelirdi. Medrano ve Apollo asla unutamadıklarımın başındaydı. Rengârenk devasa çadırın bütün gelenleri yutmasından sonra başlayan trapez heyecanından vahşi hayvanlı gösterilere, seyirciye çığlık attıran motosiklet numaralarından sihirbazların şaşkınlık yaratan gösterilerine kadar türlü seyre değer şenlik ardı ardına ortadaki yuvarlak sahneyi şenlendirirdi. Başlangıçtan itibaren bir palyaço çıkar kendi gösteri programının zamanını da koreografisini de sirk programının tamamından bağımsız olduğunu ispat eder gibi gönlüne göre hareket ederek halkı eğlendirirdi. Her gösteri yeni bir heyecan nedeniydi. Yüzler güler, çığlıklar atılır, kükreyen arslanları dize getiren uzun kırbaçlı adam alkışlanırdı. Hele o trapezcileri hiç unutmam. Havada uçar gibi sallananlardan biri trapezini bırakır, havada takla atar ve karşısında ona yaklaşan diğer bir trapezi yakalardı. Asıl çığlıklar o zaman inletirdi çadırı. O heyecan dalgasının beni nasıl mutlu ettiğini benim gibi bütün çocuklar da yaşayarak tadarlardı.

Bu mutluluklar geçidinde ne olduğunu anlayamadığım bir duygu yaşardım. Adını koyamıyorum ama galiba hüzünlü ve mutluluk karışımı, birlikteliği diyebilirim. Evet, evet; hüzün ve mutluluk el eleydi ruhumda. Yıllar sonra bu tuhaf tedirginliğin ne anlama geldiğini bir hayat hikâyesini ilk ağızdan dinleyince anladım.
40-45 yıl önceydi. Yurtdışında görevdeyim. Oturduğum kent ile çalıştığım kent arasında keyifli bir tren yolculuğu ile işe gidip dönüyordum. Her sabah aynı kişilerle seyahat edince zamanla ahbaplık kuruluyordu. Benim yabancı olmam ayrıca ilgilendiriyordu kompartmandaki yol arkadaşlarımı. Farklı işlerde çalışıyorduk ama aynı trenle gidip aynı trenle dönüyorduk. Benden önce inen de var sonra inen de ama yol boyunca sohbetin keyfine diyecek yoktu. İtalyanlar eğlenceyi, sohbeti, şakalaşmayı sever. Bu sohbet hevesleri bir öğle yemeğinin 2 saatten daha uzun sürmesine hattâ iş toplantılarının yapılmasına bile neden olur. Bir de altı kişilik kompartmanda bir de Türk varsa değme sohbete. Hemen hemen her gün aynı grupla yolculuk edince kimin ne yaptığını, medenî durumunu, yaşını, nerede oturduğunu, mesleğini, ailevî durumunu öğreniyorsunuz. İlginç tipler yoktu benim grubumda. Memur ya da kendi hesabına çalışan küçük tüccarlardı. “Bir dönüşümüzde bizim istasyonda in de sana en güzel kahveyi kim ikram edermiş göstereyim” derdi büyük bir barın sahibinin kardeşi.
Bir süre sonra aralarından birinin diğerlerinden daha ağırbaşlı olduğunu fark ettim. Herkes gülüp eğlenirken o dudaklarında hafif bir tebessümle dinliyor ama hiç yorum yapmıyordu. Arada bazı anlatılanlara gülüyordu, inkâr edemem ama genellikle sessiz bir dinleyiciydi. Bir akşam dönüşünde, İtalya’da sıradan olay sayılabilecek bir grev sonucunda her zamanki trenimiz kalkmayacağını bildirdi hoparlörler. En az yarım saat sonra Güney kentlerine giden eksprese binecekmişiz. Grup beğenmedi bu haberi ve dağıldı. Ben ve o ciddî adam beklemeye karar verdik. İşte o akşam, iş dönüşü, aynı kompartmanda yalnız ikimiz varken bana çocukluk günlerimin sirklerini, palyaçolarını hatırlatan hikâyesini anlattı yol arkadaşım.
“İlk yolculuğumuzdan itibaren sessizce, daha doğrusu yorum yapmadan seni dinledim. Bir doğulu olduğun için bilmediğimiz geleneklerinizi dikkatle dinliyordum. Hep güzel anılarını dile getiriyordun. Ne kadar mutlu bir yaşamı olmuş diyordum ve bir de beni dinlese şaşırır mıydı acaba diye düşündüğüm oluyordu. Anneli babalı, yakın akrabalı bir aile hayatın olmuş. Bir aradaymışsınız. Gözünün içine bakarmış annen ve baban. İyi bir eğitim almanı sağlamışlar. Kısacası sen belki de hiç üzülmedin şımarıp da talep ettiklerin karşılanmasa bile. Her defasında hem seni dinliyordum hem de kendi hayatım akıp geçiyordu hayalimden. Biliyorsun ben senin çalıştığın yakınlarındaki bir barda çalışıyorum. Bir kez de gelmiştin ve bu ilk ziyaretinin hatırına Limoncello’nun parasını almamıştım, hatırladın mı? Arka taraftaki mutfakta görevliydim aslında, müşterilerin karşısına çıkmazdım. Ama o gün barda görevliydim. Çalışanlardan biri olan Libya kaçağı delikanlı o gün gelmemişti, başka çalışan da yoktu bara bakacak. Onunla da hiç sohbet etmezdim. Bir o çocuğa bakardım bir kendime ve senin anlattıklarını hatırlardım.
Sevgili “dottore” (*), ben bu işe gelene kadar her işi denedim. Yorucuymuş, az para ödüyorlarmış bakmadan. Babam bizi terk ettiğinde çok küçüktüm. Nedenini anlamadım da söylemediler de. Okul yaşamım çok erken kesildi. Annemin çalıştığı şaraphaneye aldılar beni hatır için. Şişeleri, mantarları ve başka şeyleri oraya buraya taşırdım ve akşam olunca da ortalığı süpürürdüm. Bir gün bir sirke gitme şansını yakaladım. Palyaçoya bayılmıştım. Kılık kıyafeti çok gülünçtü, rengârenkti, saçma sapan hareketler yapıyordu, yere düşüyor ama hemen kalkıp bir daha düşüyordu. Yüzlerce seyirci nasıl gülüyordu bir bilsen. Palyaçoya baktım, o da gülüyordu. Dünya umurunda değildi gibi davranıyordu. O gün karar verdim palyaço olmaya. Burada çalışmaya başlayana kadar da palyaçoluk yaptım. Evlenemedim. Nasıl bakardım bir aileye, nasıl öderdim bir aile yuvasının kirasını? Anlatmak istediğimi anlayacak kadar zekisin ve duygulu bir insansın ama özetle şudur söyleyeceğim: Her gülenin ve güldürenin mutlu olduğunu sanma. Benim gibi palyaço dolu dünya.”
Başlıkta kullandığım cümle var ya, o da benim değil, sözlerini bitirdiğinde dostumun söylediği sözlerdir: “Hayat nasıldır diye soran olursa yaşayan bilir de.”
(*) İtalyanlar üniversite mezunu olanlara “dottore” diye hitap ediyorlar.