Son bir asırdır dünyanın başı çeken hakim gücü olarak gündemin direksiyonunu elinde tutan ABD, özellikle ekonomiden sonra siyasi rotaları soğuk savaş dönemi müddetince devam ettirebildi. O dönem, Avrupa’nın savaş sonrası kısmen, Sovyet Blokunun kendi içinde tecrit edilip, kalkınma, büyüme hedef ve politikalarıyla dünya coğrafyasında kontrollü bir küreselleşmeye doğru yürüyüşleriydi.
Berlin Duvarı ve Sovyet Sistemi yıkıldığında daha geniş coğrafyada(Asya, Afrika, Latin Amerika, Hindiçin, Pasifik, Uzakdoğu) evvelce mukim, son asır boyunca(İki büyük savaş ile kozlarını paylaşmış) tahkim edilmiş Atlantik vardı. Kâğıt üzerinde her konuda bilhassa heterojen ve azalmış nüfus yapısı ile Rusya, kazanan ise pingpong diplomasisi(1971) ile devreye alınan, yatırım çeken, Milenyum başında nüfus artışını serbest bırakan homojen toplum Çin görünüyordu.
Küreselleşmeye doğru ilerleyişte 18. asır sonuna dek doğudan batıya istikametinde esen hava yön değiştirmişti. Bütünü ile 19. asır ve ilk yarısında 20. asır yerleşik askeri, siyasi, ekonomik düzenlemelerde dünya ters yönden(Batıdan Doğuya) esintiler ile etkilendi. İki büyük savaş sonrası yerleşik altyapının üzerine eklenen uluslararası münasebetler makyajı ile gittiği kadar devam etti.
Son 35 senenin, ekonomik krizler, siyasi bunalımlar, finansal dalgalanmalar hatta salgınlar dinamikleri ile bocalamasının, küresel elitleri endişeye sevk etmesi, sadece kontrol alanlarında alışılageldik usuller ile etkilerinin azalması ve gelecek için konfor alanlarından uzaklaşma riskidir. Masada görünen ve dünya topluluklarınca kabul görmüş ifadesi ise Von der Leyen’in deyişiyle ABD ile AB arasındaki ilişkinin ‘karmaşık’ halidir.
Bugün yaşananlar için Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula Von der Leyen, “Bildiğimiz Batı artık kalmadı. Berlin Duvarının yıkılmasıyla 1990 yılında tarihin sonunun ilan edildiğini savundu. Şimdi tarihin, onunla birlikte jeo politikanın da geri döndüğü, dünya düzeni olarak hissedilen şeyin dünya düzensizliği olduğudur” vurgulaması ise şimdilik isabetlidir.
Bu konuda kafalar oldukça karışık. Örneğin Avrupa somut bir toprak alanı ya da bir kıta mı yoksa siyasi gündeme göre bir genişleyip küçülebilen, güncellenen bir coğrafi tasarım mı? Avrupa Birliği tamamlanmış bir siyasal bütünleşme projesi mi, geçici bir ittifak sistemi mi yoksa boş bir bürokratik kurgu mu? Avrupalılık bir toplumsal kimlik mi; bir uygarlık ya da yaşam stili mi? Avrupa, Avrupa Birliği ya da Avrupalılık diye bir şey gerçekten var mı? Varsa neye benziyor?
Sorular manzumesinin ve bu kabil düşünce sistematiğinin, Türkiye Cumhuriyeti’nin sadece tarihi münasebetleri değil çok yönlü ilişkileri için ilham alınacak çok tarafları vardır. Kesinlikle kendi iç dinamikleri, tarihinden intikal kimlik yapısı dahil yüz senelik siyasi serencamında teşekkül edenler, hataları ve sevapları ile de hem devlet hem de toplumsal barış ve huzur adına aydınlanmadır. Bu belki bir tarafı kimlik, bir tarafı geçmişten intikal, bir tarafı inkar, belki vesayet, belki algı, belki de bir tarihi hesaplaşma..,’ne çok istikamet, ne çok keramet’ misali ama ve lakin bir ‘bitmeyen senfonidir’