Hepimiz yaşadık o günleri, küçük çocuk günlerimizi. Sonra büyüdük, sona yaklaştığımız günlere vardık. Çocukken bize sorulan değişmez sorulardan biri “Büyüyünce ne olmak istersin?” idi. Neler olmak istemezdik ki! Jet pilotu, doktor, orkestra şefi, mühendis, general, kaptan… İsteklerimizin temelinden sanırım güç sahibi olunan, komut verme yetkisi ile donatılmış bir konumda bulunmaktı. Bazılarımız istediklerine kavuştu zaten. Herhalde ve İnşallah mutludurlar.

Gelelim bana bu yazıyı yazdıran çok saygı duyduğum, benden de yaşlı bir dostumuzla sohbetimize.
Tatlı sohbetimizde önce çocukluk günlerimdeki beni bana anlattı. “Dünyaca” meşhur yaramazlığımı hatırlattı bana ve beraber güldük. Rahmetli anacığımın neler çektiğini söyledi. Bu yazımızın konusuna gelince de benim kesinlikle pilot olmak istediğimi, yaşım olgunlaşınca bu isteğime dünyanın en önemli senfoni orkestrası şefi olma arzumun eklendiğini hatırlattı. Geçen yılların, hayalleri gerçekleştiren bir akışa her zaman sahip olmadığında anlaştık. Bir anlık suskunlukta kahvelerimizi yudumladık. Sessizliği fırsat bildim ve sordum: “Peki siz ne olmak istiyordunuz ve şimdiki durumunuz sizi tatmin ediyor mu?” Düşündü. Bakışlarının dalgınlaştığını, dudaklarında hafif bir gülümseme oluştuğunu ve bedenen koltuğunda oturmaktaysa da ruhen odadan ayrıldığını hissettim. Sonra yavaşça bana döndü ve gülümseyerek “Neler hayal ederdim bilsen ama bugün cevabım farklı: Kartal olmak isterdim” dedi. Sonra aldı sazı eline: “Gel beraber hayal kuralım. Devasa dağ sıralarının karlarla kaplı sarp zirvelerindesin. Yuvan orada, evin de bahçen de orası. Sağına bak sonsuza kadar, soluna bak sonsuza kadar, her tarafa bak hep sonsuza kadar senin yaşam alanın. Uçmak mı istedin, dinlenmek mi, avlanmak mı? O arzuna doğru aç kanatlarını. Güneşin doğuşunu mu batışını mı seyretmek istedin? Seyret ya da otur yuvanın dört yanı manzaralı bir köşesine doğanın uzaktan gelen seslerini dinle. O da senin senfonin olsun, senin için icra edilen. Karın doyurmaktan başka ne derdin olur ki? Bunun için bile ne izin gerek sana ne de para. Arzu ettiğin her yiyecek senin dağlarında bir yerde. Yeter ki sen iste.
Önemli bir şey daha var oğlum: Korkacağın, çekineceğin, emirlerini dinlemek zorunda olduğun kimse yok. Dağların en ihtişamlı kuşusun. Neyi ne zaman yapmak istersen yaparsın, izin almana gerek yok. Çünkü sana karışacak kimse yok. Eşini bulmak sana düşüyor. Annesinin, babasının rızasını beklemek de yok. Orası senin krallığın be oğlum, senin. İkiniz anlaşın yeter. Vergi? Elektrik, su, havagazı, telefon, yol parası, yiyecek parası, emlâk vergisi, kazanç vergisi yok. Hastalanınca doktor, hastane parası bile yok çünkü sessizce ölüp gidiyorsun kendi yuvanda, kendi uçsuz bucaksız dağlarında. Diyeceksin ki avcılar var ama ya seni vururlarsa? Her canlı ölecek be kızanım, ben niye dert edineyim? İşte oğlum budur benim hayalim. Artık çok mu geç? Hayır Tanrıma dua ederken beni sonsuzluk hayatımda kartal yap diye yalvarıyorum. Buna öylesine inandırdım ki kendimi artık pek çok kimse gibi ölümden de korkmuyorum.”
Derler ya “Sözün bittiği yerdeyiz” diye, işte tam da oradaydım ve garip ama içimi anlatılamaz bir huzur kaplamıştı. Ne kadar mı sürdü bu duygu? Açık pencereden korna seslerini, inşaat makinasının kayalardan hırsını alırken çıkardığı darbe seslerini ve açık unuttuğum televizyondan seslenen siyasetçilerin her şeyin ne kadar güzel gittiğini anlatan konuşmalarını duyana kadar.