Oldukça eskiydi üstündekiler: Yakası tarazlanmış, dirsekleri aşınmış, cepleri kullanılmaktan bollaşmış balık sırtı desenli bir ceket; içinde daha da aşınmış yakalı beyaz Frenk gömleği kravatsız; dizleri çıkmış, arkası parlamış bir pantolon; şeklini kaybetmiş ayakkabılar, siyah çoraplar. Sanki bin yıldır giyilmekte hepsi, hiç değiştirilmeden ama dikkatli bakınca fark edilen bir temizlik. Giysiler temiz, kokusuz. Ayakkabılarda boya pek belirgin değilse de fırçalanmış, tozsuz. Uzun boylu bir adam bu. Saçları kırlaşmış, alabros kesim, kısa ve gür. Traşlı yüz esmerleşmiş, kırış kırış. Gözler şahin bakışlıysa da derinliklerinde kötülük yok. Dişleri nasıl bilinmez, çünkü değil gülmek tebessüm bile etmiyor. Yaşını tahmin etmek zor. Sekseni aşmış mıydı? Dimdik duruyor. Sol eli pantalonunun sol cebinde, sağ eliyle Oltu taşından on yedilik efe tespihini çeviriyor, çıtırdatmadan. Tespihin imamesi uzunca ve ucuna ay-yıldız takılmış. Ellerinin geniş, parmaklarının uzun, parmak uçlarının hafif çatlak olduğu dikkatli bir gözden kaçmaz. Sağ işaret parmağı ve yanındaki orta parmak sigaradan sararmış. Gömleğinin göğüs cebinde bir tükenmez kalem, sol yakasında Atatürk rozeti var.

Bir süre etrafı süzdü. Sonra arkasında duran mısırcıya bir şey sordu. Mısırcı on metre kadar arkasındaki çayhanede oturan birini işaret etti. Adam başını hafifçe kaldırdı, baktı, ölçülü ama sert ve kararlı adımlarla yaklaştı, önünde durdu, birkaç saniye gözlerinin içine baktı ve sordu: “Saruhanlı’nın oğlu sen misin?”. Evet, Saruhanlı namıyla bilinen emekli subayın tek oğluydu çayhanedeki en ön masada oturan. Bugün o gelmişti babasının yerine. Saruhanlı biraz rahatsızmış galiba. Her akşam yorgunluk atmak ve hava almak için aynı yere gelirdi Saruhanlı komutan. Çayhane sahibi o masaya kimseyi oturtmaz, onu beklerdi. Mısırcı onu ismen tanırdı, nerede oturduğunu bilirdi. Zaten bütün esnaf tanırdı. Kore gazisiydi. Kunuri cehenneminde sol kolunu yitirmiş, karşılığında bir altın madalya takılmıştı göğsüne. Evde bir çekmecede duruyormuş, hiç taşımazmış. Tuhaf davranırdı o madalyaya ve savaş anılarına karşı. Bahsetmekten hoşlanmazdı. Bir kez ben çok sıkıştırdım, kısa bir cevapla isteksizliğini belirtti: “Madalya mı? Bilir misin kaç kişiyi vurmuşum kızanım? Bilir misin kaç yavruyu babasız, genç kızı sevgilisiz, kadını kocasız, anayı evlâtsız bırakmışım? Kaç arkadaşımı gömdüğümü hatırlamıyorum. Ölürken gözleriyle neler olduğunu soran kaç çocuk gördüm, bilmiyorum. Üstelik orası benim vatanım da değildi be ya! Kolum gitti, gelmez. Makinalı taradı, kopardı. Üstelik düşmanım haklıydı. Vatanını savunuyordu. Ya ben? Madalyayı kolumun yerine takıp ekmeğimi kazanabilir miyim sence? Bana savaşı anlat diyorsun. Anlatayım: İnsanın insan olmaktan çıktığı kanlı oyun. Kazanan bilmem kaç kişidir kaybederken binlercesi. İşte savaş bu. Haydi var git başımdan şimdi.”
Saruhanlı gazinin oğluydu bugün bankta oturan. Bir şey mühendisiydi ama ne bilmiyorum. İyi para kazanıyordu. Baba evine de bakıyordu üstelik. Yavaşça ayağa kalktı, adamın karşısına dikildi: “Bir şey mi oldu?”. Adam buzdağı mübarek. İç cebinden siyah lâke bir kutu çıkardı, uzattı: “Bunu babana ver evlât.” Üstü işlemeliydi. Rengârenk kuşlar, çiçekler arasında, tam ortada Korece bir yazı vardı. Kutuyu açtı delikanlı. Eskimiş tütün kokusunu emmiş üç adet sigara kâğıdı ve tütün kırıntıları ile bir çakmak gördü. Kapağın içine sarı yaldızla Korece yazılar yazılmıştı. “Nedir bu? Siz kimsiniz beyim? Neden bunu babama verecekmişim?” Hiç istifini bozmamıştı adam. Dimdik duruyordu karşısında. Tebessümden eser yoktu yüzünde, buz gibiydi. “Şu zarfı da ver oğlum. İçinde her şey yazılı.” Birden arkasını döndü, uzaklaştı.
İçi içini yiyordu delikanlının. Dayanamadı zarfı açtı, okudu içinden çıkan sararmış tek çizgili kağıdı: “Komutanım ben Onbaşı Şeref, sizin bölükten. O geceki son saldırıda sizden on metre uzaktaydım, sol tarafınızda, siperde. Vurulduğunuzu, kolunuzun koptuğunu ve bir bez bebek gibi yanınıza düştüğünü gördüm. Delirdim komutanım. Yerimden nasıl fırladım bilmiyorum. Sizi vuran makinalıcıya doğru koştum. Hem koştum hem ateş ettim. Beni gören arkadaşlarım da ardımdan süngü elde fırladılar, peşim sıra uçtular. Kimi düştü oracığa kimi yetişti yanıma. Düşman korktu, şaşırdı. Kimi kaçtı kimi bakakaldı ateş bile edemeden. Anında vardık karşı siperlere, hepsini geberttik. Ben ve makinalıcı kalıvermişik karşı karşıya. Ateş edemiyor, bana bakıyordu aptal aptal. Mermim kalmamıştı. Süngüyü çekip aldım belimden, bir savurdum, kellesi düşüverdi önüme. Bacağımdan vurmuştu beni de koşarken. Yığıldım yanına. Bir süre sıhhiyeyi bekledim. Beklerken adamın cebinden düşen tütün kutusunu gördüm. Aldım. İçinde adamın adı ve künyesi yazıyormuş, ben anlamam, öyle dediler. Size getirdim komutanım. Kolunuzu sizden alan makinalıcıyı da ben dünyadan aldım. İşte ispatı budur. Huzur içinde olunuz. İntikamınız alınmıştır komutanım.”
Bunun gibi kim bilir kaç bin hikâye yaşadı bu vatanın evlâtları. O evlâtların evlâtlarını şimdi tuzaklar kurup şehit ediyorlar kalleşçe. O kadar kanıksadık ki, artık küçük puntolarla verilir oldu şehadet haberleri. Lânet olsun bu ikiyüzlü âleme.