Genciz. Belki yılları geride bıraktık ama hâlâ diriyiz. Sabah oluyor uyanıyoruz. Yataktan bir hamlede kalkıyoruz. Uyuşukluğumuzu geçirmek için kısa süreli kolay beden eğitimi hareketleri yapıyoruz. Muhtemelen keyifliyiz çünkü yeni bir güne merhaba dedik ve o gün için planlarımız var: Önce eşofman giyecek ve günlük bir saatlik tempolu yürüyüşümüze başlamak üzere meselâ sahil yoluna ineceğiz. Hava da ne kadar güzel bugün! Güneş henüz kavurmaya başlamadı ortalığı ve tatlı bir serinlik denizin kokusuyla sarmalıyor bedenimizi. Tempoyu tutturmak önemli. En iyi usûl vatanî görevimiz sırasında öğretilen marşlardan birini mırıldanmak: “Türk ordusuuu yeeenilmez meeeertlik deneemesiiinde…”. Yanımızdan genç ve güzel bir kız geçermiş gibi oluyor. Olmaz, bizi nasıl geçer? Hemen tempoyu artırıyoruz. Başımız dik, göğüs ileride, karın içe çekilmiş.: “…heeer eri bir yııııldırım düüşmanın te-pe-sin-de…” Bir saat koştuk diyelim. Evde sıkı bir kahvaltı, ardından ılık duş ve doğru kulübe, tenis oynamağa. Yoksa artık iş adamı mıyız, görev bizi mi bekliyor? Otobüs, dolmuş beklemeyiz, alt tarafı yarım saat yürüyerek mesai başlamadan varmış oluruz değil mi?

Bu anlattıklarım bir hayal ürünü senaryosu da olsa rastladığımız türlü farklı yaşam biçimlerinden biri desem hiç de abartmış olmam ve dudak bükerek sorarım kendime: “E ne var bunda? Sıradan bir yaşam biçimini anlatıyorsun.” Hayır! Herkes böyle yaşayamıyor. Biri var, birçoğu gibi. Belden aşağısı tutmuyor. On yaşlarındayken trafik kazası geçirmiş. Arkadaşlarıyla sokakta bisiklet yarışı yaparlarken sokağa aniden dalan ehliyetsiz bir şımarığın çarparak tekerlekli iskemleye mahkûm ettiği çocuk. Diyelim ki şimdilerde otuz-kırk yaşlarında. Ailesi zengin. Babası ilkokuldayken karne hediyesi olarak vermiş bisikleti ve demiş ki: “Oğlum, liseyi bitirdiğinde otomobil alacağım sana”. Gerçi o motosiklet istermiş ama olsun, otomobil olsun. Arazi aracı sözü almış babasından çünkü en sevdiği eğlence uzaktaki dağlara gidip trekking yapmakmış. Dört çekeriyle yaylalara çıkacak, çadırını kuracak ve saatlerce dağ taş demeden yürüyecek, sonra yerdeki taze çimenlere uzanacak, karşıki dağların karlı tepelerini seyrederken etrafında koşuşan canlıların fotoğraflarını çekecekmiş. İşte buymuş en büyük hayali. O küçük yaşında bile çizgi roman değil, kampçılıkla, doğa yürüyüşleriyle ilgili dergileri okurmuş. Artık koca adam oldu ama yine onları okuyor ve kendi anılarını anlatmak için kitap yazmak istiyor. Abone olmuş, yurt dışından ilgili dergiler getirtiyor her ay. Çadırlar, uyku tulumları, acayip görünüşlü botlar, kalın çoraplar, sırt çantaları, bol cepli anoraklar ve daha neler var sayfalar dolusu. Büyükannesini kandırıp çok işlevli kocaman bir İsviçre çakısı bile aldırtmış daha ilkokuldayken. Hazırlık yapıyor ya!
Yine güneşli bir gün. Yine denizin kokusuna sarılmış serince hava sahil yolunda esiyor hafifçe. Yine sportmen gençler, formda kalmak isteyen yaşlılar, köpek gezdirenler sahil yolunda o nefis havayı ciğerlerine çekerek geziyorlar. Gülüşlerini, şakalarını işitiyor sanki. Pencereden dışarıya baktığında gördüğü karşıki apartmanın duvarı diye yazmayacağım çünkü baktığı yerde sadece yok olan hayallerinin geçit töreni var: Sahilde, yaylalarda yürüyen küçükler, büyükler, denizlerde yüzen, sokaklarda top oynayan çocukları seyrediyor beyniyle ve bir ses onu hayallerinden koparıp alıyor aniden: “Haydi oğlum odana geç, klinikten geldiler, günlük masajını yapsınlar da sonra yemeğe oturalım.”
Kendi çocukluğum, gençliğim geldi aklıma. Yaz aylarında denizden çıkmazdım neredeyse. Güzel ve uzun mesafe yüzerdim. Bununla da yetinmezdim 8-10 metreye dalarak istiridye çıkarırdım. Kayıkta beni bekleyenlerin endişeli bakışlarını görmek büyük zevkti. Onlar bu dalışları yapamazlardı. Bana bakışlarını görünce Roma arenasında imparatoru “Ave Sezar” seslenişiyle selâmlıyormuşum gibi hissederdim. Avcılık yaptım bir süre. Tepelerden düzlüğe inip yeni bir tepeyi aşmak ne demekmiş bugün elimdeki bastondan destek aldığımda anladım. Bütün bir günün yorgunluğunun üstüne mahalledeki arkadaşları kırmamak, top oyunlarına katılmak, akşam yemeğine çağırılınca mecburen ter içinde eve girmek nasıl bir şeymiş hatırladım. Bugün çok iyi anladığım bir duyguyu hatırlıyorum: Evin yaşlısı, dünya kıymetlisi ninemin neden arada bir “Ay bu merdivenler beni öldürecek” diye inlediğini o günlerde tebessümle karşılarken şimdilerde aynı cümleleri sarfetmek. İşte dostlar, filmin koptuğu yer burası.
Şükretmeyi bilmek gerek…