“Değerli yöneticiler, değişim sürecini başlattığımız şirketinizde bu andan itibaren sizlerden duymak istemediğim cümleler, bir şeyin nasıl olmayacağını anlatanlar olacak. Lütfen bana neyin nasıl olmayacağını anlatmaya teşebbüs etmeyin. Bu türden cümleleri şu ana kadar yeterince dinledim! Şunu hep hatırlayın: Eğer bir sorunun parçası iseniz çözümünün de parçası olmak durumundasınız.”
Yukarıdaki konuşmayı, sektöründe saygın ve uzun yıllardır faaliyet gösteren bir aile şirketinin üst ve orta akdeme yöneticilerine, danışman olarak yönetim desteği vermek üzere gerçekleştirdiğim birkaç ziyaretimden sonra yapmak zorunda kalmıştım. Zira, görüşme yaptığım yöneticilerin birçoğundan çözüm önerisi yerine çözümsüzlüğe yataklık edecek mazeretlerle dolu açıklamalar dinlemiş ve bundan fevkalade rahatsız olmuştum.
Yöneticiler, işlerini eski alışkanlıkları üzerinden yapmaya devam etmek arzusundaydılar ve geleceğini tahmin ettikleri değişiklikleri konuşmak bile onları rahatsız ediyordu. Nitekim, sorunları konuşmaya başladıkça, detaylara girmeye çalıştıkça, önüme kendilerince çözümü olmayan meseleleri koyup bir nevi direnç hali sergiliyorlardı.
Yapmış olduğum bu konuşma, daha sonra her bir yönetici ile ayrı ayrı yaptığım görüşmelere esas teşkil etti. Daha önceden olumsuz yaklaşımlar sergilemiş olan yöneticiler odama sorunlar ve olası çözüm önerileriyle gelmeye başladılar.
Fırsatlar mı yoksa engeller mi?
Hayatta herkesin önünde aynı anda iki yol uzanır: fırsatlar ve engeller. Fırsatların dili, umudu besler; engellerin dili ise bahaneleri. İnsan hangisini konuşursa, yolunu da o belirler.
Kimi yöneticiler vardır, bir adım atmadan önce on tane mazeret sıralar. “Zamanı değil, bütçe yok, destek yok, koşullar uygun değil…” Oysa aynı koşullarda başka biri çıkar, küçük de olsa ilk adımı atar. Çünkü o, bahanelere değil, umuda kulak vermiştir.
Hayatta karşılaştığımız olaylara bakış açımız, onların sonucunu belirleyecek kadar güçlüdür. Bir şeyin olacağına inanıyorsak gözlerimiz fırsatlara açılır, zihnimiz çözümler üretir, kalbimiz umutla dolup sabrı besler. Oysa inancımız zayıfsa, aynı durumlarda engelleri, zorlukları, imkânsızlıkları konuşur, çoğu zaman başlamadan pes ederiz.
İnanmak, insanın içindeki potansiyeli açığa çıkarır. Beyin, inanılan bir hedefe yönelik fırsatları seçici bir biçimde görmeye başlar. Bu durum, psikolojide “odaklanma etkisi” olarak açıklanır. Bir araba almayı kafaya koyduğunuzda sokakta sürekli o modeli görmeniz gibi, bir hedefe inandığınızda da o hedefe götürecek kapılar gözünüze görünür. Aynı şey iş hayatında da geçerlidir. Bir projeyi gerçekleştirebileceğinize inanıyorsanız, önünüze ne engel çıkarsa çıksın, bir şekilde halleder ve hedefinize ulaşırsınız.
Engeller elbette vardır, kimse için yol tamamen dümdüz değildir. Ancak inanç, engelleri aşacak motivasyonu ve cesareti verir. İnançsızlık ise daha en başta ayaklara pranga vurur. İnsan kendi inancıyla ya kendine kanat takar ya da zincirler. Unutmayalım ki, bahanelerle ömür tüketenlerin tek kazancı pişmanlıktır. Umutla fırsatların peşinden gidenler ise ya başarıya ulaşır ya da en azından denemenin huzurunu yaşar.
Sonuç olarak; bir şeyin olacağına inanırsak fırsatları, inanmazsak engelleri konuşuruz. O halde hayatımızda hangi dili konuşacağımız tamamen bizim seçimimizdir. Fırsatların dili umudu, engellerin dili bahaneleri besler. Başarmak isteyen, önce kendi inancını inşa etmeli, sonra adımlarını onun üzerine atmalıdır.
Son söz
Hayatın bize söylediği aslında çok açık: Fırsatların dili umudu, engellerin dili bahaneleri besler.