Aşkın çeşidi var. Kiminde Allah aşkı, Yunus Emre gibi, kiminde millet aşkı, Gazi Mustafa Kemal gibi. Kimi var, yaptığı işe âşık. Günlük yaşamımız içinde dikkat etmediğimiz, göre göre, kullana kullana alışageldiğimiz, hattâ küçümsediğimiz, önem vermediğimiz aşk ürünleri var. Bir zanaatkârı çalışırken seyretmiştim. Şimdilerde berbat sesleri ve uydurma acılı şarkılarıyla bazı dergilerde ve televizyon kanallarında nasıl boy gösterdiklerini anlayamadığım ve kendilerinden sanatçı diye söz edilenleri gördükçe, bu insana zanaatkâr demeye dilim varmadığından onu sanatkâr olarak anacağım. Sanatın dallarından birinde eğitim almış, hayatını bu eğitimde öğrendikleriyle kazanmış biri olarak sanat nedir bilir ve kendimi bile gerçek sanatkâr kabul etmezken bu adama zanaatkâr demeye dilim varmıyor. O işine âşıktı.

Tahta kaşık, merdane, oymacılık yapıyordu. Mis gibi ağaç kokan az ışıklı, yerleri yonga kaplı yıpranmış bir atölyede çalışıyordu. Yazın serin olan bu metruk görünümlü küçük oda kışın buz gibi olur, ortadaki kaç yılından kalma olduğu belirsiz viran odun sobası yalnız kendini ısıtırdı. Öğle vakti karnını ve soba dibinde uyuyan köpeğini doyurmak için ekmeğini, peynirini, soğanını ve çayını evden getirirdi. Odun parçalarını önce süzer, birini alır, elleriyle okşar, gözleriyle inceler, kucağındaki kösele önlüğe yatırırdı. Keser, çakı, tahta oyma takımı gibi elektrikle tanışmamış el aletleri kullanırdı. Önce odunu parçalara böler, sonra birini alıp işlemeye başlardı. Odun parşasıyla konuştuğuna şahit oldum. Tek yönlü bir muhabbete girerdi. “Bakalım seninle şimdi ne yapacağız. Kaşık olmaya müsait değilsin. Bak, şuranda bir çatlak var.
Suyu yedin mi ayrılırsın orta yerinden. Sonra bana laf gelir” ya da“Yahu, şu damar neden bu kadar uzun olmuş ki ? Sen olsan olsan küçük bir kaşık olursun. Yok, yok, iki tane çıkar senden. İkiz olursunuz. Ayrılmayasınız diye ikinizi aynı eve satarım” , “Hah işte ben de seni arıyordum be dostum, neden saklanırsın kapı ardına? Çarşıdaki börekçinin istediği merdane için biçilmiş kaftansın” gibi duygu yüklü sözlerle eline aldığı parçalarla dertleşir, sanki onların gönlünü alırdı. Her bıçak ya da keser darbesinde eserini ışığa tutar inceler “Şuradan az biraz daha yontmalıyım. Hanımların eline denk düşmeli” derdi. Sonunda kaşık ortaya çıkınca eline zımpara kağıdını alır ve sanki tahtayı incitmekten korkar gibi okşarcasına zımparalardı. İşin bittiğine inandığı an çayını koyar, eserini uzun bir süre tetkik eder, hata var mı diye inceden inceye gözden geçirirdi. Bir defasında neden bu kadar ince eleyip sık dokuyorsun, alt tarafı bir tahta kaşık diyecek oldum. “Otur şuraya da dinle beni” dedi.
“Seni yaratan, bu ağacı da yarattı. Ben onu kestim kesmesine ama öldürmedim. O şimdi kaşık, beşik, merdane olarak yaşamaya devam ediyor. Yaradan’ ın verdiği canı almadım. Ona başka bir hayat verdim. Şu tesbihi görüyor musun ? Her an bir inananın elinde Allah’ın adıyla çekilirken nasıl ölmüş olabilir ? Ben cana kıymam. Allah bana kabiliyet verdi onu kullanırım. Allah’a sevgimi onun yarattığı şu tahtacıkta biçimlendiriyorum. Ben tahta kaşık yapmıyorum evlâdım, ben aşkımı mücessem kılıyorum”.
Bu bir aşk değil mi?
Gelelim farklı bir aşka. Cihangir Han’ ın 3. oğlu Şah Cihan (1592-1666) öyküdeki gibi karısının tabutu başında ölmüyor ama çocuk doğururken ölen karısına sönmeyen bir aşkla bağlılığını göstermek ve aşkını ebedileştirmek için Tac Mahal’ i inşa ettiriyor. Şah Cihan’ da çok para varmış. Yaptırdığı eserin ihtişamı göz önüne alınırsa ve eldeki bilgilere göre yirmi bin işçiye toplam kırk milyon rupi ödediği hesaplanırsa aşkın ve paranın güçlerini birleştirmesiyle ortaya neler çıkabileceği belli oluyor. Ağaca ve doğaya aşık tahta oymacı ihtiyarda bu servet ne gezer ? Onun tahtadan oyma işlemeli tesbihlerini okşayışını, koklayışını, küçük kadife parçaları üstüne dizişini seyrederken gerçek aşkın Tac Mahal’in kubbesi altında mı yoksa oymacının yüreğinde mi yattığını hep düşündüm.
Mutlu bitmeyen aşklardan örneklerle doludur bu dünya. Eşine aşkı dillere destan olmuş bir dostum geldi aklıma. Sevgisine karşılık bulamamış, ihanete uğramıştı. Vakurla ayrıldı ondan ama asla unutamadı ve hasretini çeke çeke göçüp gittiydi. Derdini sadece çok yakın bildiklerine anlatırdı. “Beni kimse anlamıyor, acıma kimse anlam veremiyor, beni deli sanıyorlar” diyordu. Ben de bir gün ona bir şiir yazdım. Dinledi ve ağlayarak boynuma sarıldı, “İşte beni anlayan” dedi.
Gelin, şiiri sizlerle paylaşayım:
Güneşimin ışığı söndü,
Önümü göremiyorum.
Her yanım karardı
Yolumu seçemiyorum.
Direğim param parça
Dümenim koptu, gitti.
Beni kaldıran dalgaya
“Dur savurma” diyemiyorum.
Tutmak istesem
Ellerimi kıpırdatamıyorum.
Yürümek istesem
Ayaklarımı bulamıyorum.
Yıllardır haykırıyorum ama
Sana duyuramıyorum.
Kapıları kapattım
Sıramı bekliyorum.