Hafta sonu yürüyüşümü yaparken, yolda uzun zamandır görmediğim eski bir çalışanımla tesadüfen karşılaştım. Birlikte uyumlu çalışmıştık; yaptığı işe saygılı, çalışkan biriydi. Sarıldık, hal hatır sorduk. Sonra ilk hamle ondan geldi:
“Vaktiniz varsa biraz konuşabilir miyiz?”
Sesinden belliydi; içinde birikmiş bir şeyler vardı. Benim de içimi bir merak sardı. Yakındaki bir kafeye geçtik. Garson siparişlerimizi aldı, çaylar geldi. Ben de sohbetin kapısını araladım:
“Görmeyeli nasılsın?”
Uzun uzun anlattı. Gerçekleşmemiş beklentilerini, ulaşamadığı hedefleri, yöneticilerinden duyduğu ama karşılığını göremediği vaatleri… Kendi ifadesiyle kucaktan kucağa savrulmuştu. Bir şey anlatmaya çalıştığında onu dinleyen olmamış, sorunlarını dile getirdiğinde sonuçtan başka bir şey konuşulmamıştı. Önüne sürekli hedefler konmuş; ama o hedeflere nasıl ulaşacağı, hangi destekleri alacağı, neyin değişmesi gerektiği neredeyse hiç konuşulmamıştı.
“Sıfır destek, sıfır anlayış” dedi. “Bazen karşımda insan mı var diye şüpheye düştüğüm anlar oldu.”
Hikâye iyi bitmemişti. Ayrılık süreci de incitici olmuş; yıllarca emek verdiği şirketten gönlü kırık ayrılmıştı.
Dinlediklerim, maalesef daha önce de defalarca duyduğum, hatta kimi zaman bizzat şahit olduğum hikâyelerden biriydi. İnsan aynı cümleleri farklı ağızlardan duyunca, şu gerçeği daha net görüyor: Sorun çoğu zaman sonuçların kendisi değil; o sonuçlara giderken kurduğumuz yolun dili.
Tam da bu yüzden, zihnimde şu cümle dönüp duruyor:
“Asıl değer sonucu değil, yolculuğun kendisini onurlu kılmaktır.”
Bu cümleyi bir panoya asmak kolay; zor olan, pazartesi sabahı işe geldiğimizde onu gerçekten yaşatmak. Çünkü iş dünyasında çoğu zaman dilimiz “sonuç” konuşur: ciro, marj, teslimat, performans puanı, hedef, KPI… Elbette bunların hepsi önemli. Ama gün boyu sadece bunları konuştuğumuzda, arada bir şeyi kaybederiz: İşi yapan, yükü taşıyan, hatayı da başarıyı da sırtlayan insanı.
Birçok şirkette insan kaynakları politikaları da ister istemez bu sonuç diline teslim olur. Süreçler kurulur, formlar doldurulur, puanlar verilir; ancak çoğu kez o süreçlerin içinde insanın nefes alacağı bir alan bırakılmaz. Sonra çalışan mutsuz olur. Bu mutsuzluk “naz” değildir; işin tam kalbine dokunan bir durumdur. Dikkat dağılır, yaratıcılık geriler, hata ihtimali artar, ekip olma hali zayıflar. Kısacası, biz sonuç peşinde koşarken sonuç üreten gücü içeriden yavaş yavaş tüketiriz.
Şirketlerin en sık düştüğü yanılgı şudur: “Sonucu artırmak için baskıyı artırmalıyım.” Oysa gerçek hayatta çoğu zaman işe yarayan şey baskı değil açıklıktır; korku değil güvendir, kontrol değil anlamdır. İnsan kaynakları yalnızca “evrak ve disiplin” tarafına yaslandığında, dışarıdan bakınca her şey düzenli görünebilir: Prosedürler tertemizdir, imzalar tamdır, onaylar kusursuzdur… Ama içerideki enerji düştüyse, o düzen bir süre sonra insanı taşımayan bir iskelete dönüşür. Şirket koşamaz; ancak sürüklenir.
Onurlu yolculuk
“Onurlu yolculuk” dediğim şey çalışanı pamuklara sarmak değildir. Tam tersine, çıtayı yüksek tutarken insanı da ayakta tutabilmektir. Bu da büyük laflarla değil, üç basit soruyla başlar:
“Benden ne bekleniyor?”
“Bunu yapabilmem için neye ihtiyacım var?”
“Bu işin anlamı ne?”
Çalışan bu sorulara net cevap bulamıyorsa, hedefi sahiplenmesini beklemek haksızlık olur. Çünkü sahiplenme zorla değil; anlamla doğar.
Bir de süreçlerin görünmeyen bir dili vardır. Bazı şirketlerin süreçleri çalışana şunu fısıldar: “Hata yapma. Risk alma. Soru sorma. Sessizce uyum sağla.” Böyle bir yerde kimse gerçekten öğrenemez, kimse yenilik getiremez. İnsan dediğiniz canlı bir şeydir; gelişmek ister, merak eder, bazen yanılır. Süreçler insanı büyütmek yerine küçültmeye başladığında, şirket de küçülür. Bugün yeni fikir üretemeyen, yarın rekabette zorlanır.
İnsan kaynakları yaklaşımını “sonuç”tan “yolculuk”a çevirmek romantik bir iyilik değil; akıllı bir yatırımdır. Eğitim bütçesi ayırmak yetmez; öğrenmenin ayıp sayılmadığı bir ortam kurmak gerekir. Performans değerlendirmesi yapmak yetmez; adil ve şeffaf bir geri bildirim kültürü inşa etmek gerekir. “Kapım açık” demek yetmez; o kapıdan girenin canının yanmayacağını hissettirmek gerekir. Aksi halde çalışan, sadece “görünür” olanı yapar: toplantıya girer, raporu doldurur, hedefi tutturur gibi görünür… ama içten içe bağı kopar. Bu kopuşun faturası bilançoda tek satır olarak görünmez; kalite düşüşü, müşteri şikâyeti, inovasyon durgunluğu ve yetenek kaybı olarak sessizce birikir.
Onurlu yolculuk, şirketin kendine şu sözü vermesidir: “Biz sonucu isteriz; ama insanı ezerek değil, insanı büyüterek.” Çünkü büyüyen insan, büyüyen şirket demektir. Ve işin ironisi şudur: Sadece sonuca tapan şirketler, en çok sonucu kaçırır. Çünkü hedefe giden yolu yürüyenler sayılar değil, insanlardır.
Son söz
Belki de şunu unutmamak gerekir: Sonuç bir fotoğraf karesidir; yolculuk ise filmin kendisi. Fotoğrafı parlatmak için insanı yormak kolaydır; ama filmi iyi yapmak emek ister, güven ister, netlik ister, kalp ister.
Hafta sonu karşılaştığım o eski çalışanın kırgınlığını dinlerken şunu bir kez daha anladım: İnsanlar çoğu zaman “zor hedefler” yüzünden değil, o hedeflere giderken yalnız bırakıldıkları için kopuyor. Oysa bir şirket, çalışanının sesini duyduğu; hatayı saklamayı değil öğrenmeyi teşvik ettiği, insanı sadece bir kaynak değil, aynı yolun yolcusu olarak gördüğü gün, hedefler de daha sağlam bir zemine oturuyor. Çünkü insanın gönlü varsa gayreti de olur. Yol yürümeye değer hale gelince, varış noktası zaten peşinden gelir.