Bayram tatillerinde ya da yıllık izinlerinde köylerine koşan apartman görevlileri dikkatimi çekmiştir. Büyük şehirlere göçmüşler, yıllarını oralarda geçirmişler, çocukları olmuş, büyümüş, büyük şehir okullarında yetişmiş, sokaklarında, caddelerinde dolaşmış, iş bulmuş, evlenmişler, ilk göçenleri büyük baba/büyük anne yapmışlar. Ama bakıyorsunuz, ilk tatilde köylerine koşuyorlar.

Köylerini düşünüyorum. Küçük bir yerleşim merkezi. Bazıları uygar dünyanın konforlu yaşam için geliştirdiği nimetlerden yararlanmış da olsa, kentlerle mukayese kabul etmez sosyal yaşantı farklılıklarını korumakta. Ama bazıları toprak damlı, toprak zeminli, tek odalı, kurak coğrafyalı ve bir yığın eksiğiyle fakir, zavallı köyler.
Neden kent konforuna, kentin sağladığı bütün imkânlara iyi kötü sahipken, bu yokluklar ortamına sevinç ve heyecanla koşa koşa gitmeyi hasretle beklerler? Soru şu: Köylerinde onları delice cezbeden ne var? Bu sorunun cevabını eskiler şöyle cevaplamışlar: Eskilerin deyişiyle daüssıla günümüz Türkçesi ile memleket, vatan, yuva hasreti.
Bilirim; doğduğu yeri kan çeker. Kısa bir süre de yaşasak o yeri ruhumuzun, bilincimizin, yüreğimizin bir yerinde daima saklarız. Gün gelir, hasretini duyarız. Hele uzun süre orada yaşamış ve terk etmek (geçici de olsa) zorunda kalmışsak. Oralarda halalar, teyzeler, amcalar, dayılar, yeğenler, dedeler büyük anneler kalmıştır. Orada içinde büyüdükleri fakirhane, oynadıkları bahçe, çamaşır yıkadıkları dere kenarı, hayvanlarına gözleri gibi baktıkları ahır kalmıştı. Ayşe ile evlenmeden önce penceresinin önünde sabahladığı Fatma da oradadır belki. Sapanla avladığı karatavukların, sığırcıkların ahfadı da oralardadır muhakkak. Yani hatıralarının en can alıcıları, en göz yaşartıcıları oradadır hâlâ… Sıla hasreti budur işte! Onları köylerine çeken gözle görünmez manevî mıknatıs budur işte! Oraların sebzesi, meyvesi, suyu, havası bambaşkadır. Şimdi yaşadıkları bu uzak kentin büyük mağazalarında satılanlarda aynı koku, aynı lezzet olabilir mi? Hem zaten “Bana bir kilo domates ver” demekle domatesleri elleriyle koparıp, koklayıp toplamak, eve getirmek aynı şey mi? Onlar mutlu olanlardır, senede bir de olsa. Üstelik, gayet iyi bilirler ki, istedikleri zaman oralara dönebilirler. Ya dönemeyecek olanlar?
Dönemeyecek olanları tanıdım, dinledim. An oldu, onlarla yandı yüreğim. Onlar mübadiller, muhacirler, vatanından sonsuza dek mahrum edilenlerdir. Yeni bir vatan bulmuşlardır ama eskisi yüreklerinde çarpmaya devam eder. Sadece ayrı kalmak mı? Hayır; bütün sahip olduklarının başka ellerde kaldığını bilmenin acısını yaşamaktadırlar. Anıları vardır olmasına ama onlar da kendileriyle birlikte yok olup gitmemelidir. İşte gerçek “acılı hasret” budur.
Kastettiğim insanlara bir örnek benim anne tarafı ailemdir. Yunanistan’ın Yanya kentinden, yani eski Yanya vilâyetimizden, Lozan anlaşması gereği mübadil olan ailelerden. 500 yıl ayrılmadan yaşadıkları kentten uzaklaştırılanlardan. Bunun acısını çeken anneannemi yaşadıkça dinledim. Hasret içini kemiriyor, ümitsizlik ve çaresizlik belini büküyordu. Her sohbetimizde Yanya’yı sayıkladı, Yanya’yı görmek istedi, hiç belli etmedi ama belki de Yanya’da ölmek istedi. Olmadı. Yapamadı. İmkânları el vermedi. Söz verdim: “Ben seni bir gün oraya götüreceğim. Götüremezsem bil ki, ben gideceğim ve senin hayalini oralarda gezdireceğim”. Tuttum sözümü, “Yanya’nın Gözyaşları” adlı kitabımı yazdım ve Yanya’ya gittim. Sizlere belki tuhaf, belki abartılı gelecek ama inanın, değerli okurlarım, inanın ki sadece doğruyu yazıyorum: Ben ki evinden ayrı kalınca huzursuz olur, uyku uyuyamaz ve işim biter bitmez hemen evime dönmek isterim; ben ki bu yüzden bir zamanlar bazı iş tekliflerini reddetmişim; ben orada yaklaşık bir hafta boyunca huzur içinde yaşadım, gezdim, yedim, içtim. Nedir bu? Nasıl açıklayabiliriz? Naçizane açıklamam belki size basit gelebilir ama bence, felsefece “Ben ben olmaktan çıktım ninem, annem oldum” denir. Artık içim huzurlu. Sözümde durdum sayıyorum kendimi. Hem annem hem anneannem Yanya doğumluydular. İkisi de Hak’kın rahmetine kavuştular. Benimse içim rahatladı çünkü ikisinin de hayallerini yanıma alıp Yanya’da gezdirdim. Onlarla konuştum sanki. Onları duydum sanki. “Bak paşam ben burada okudum, galiba şimdi postane yapmışlar. Kalenin burcunu görüyor musun? Vehip Paşa buradan veriyordu emirlerini, Esat Paşa’nın evi buralarda bir yerdeydi, annen her gün buradaydı neredeyse, Paşa anneni çok severdi. Bak, saat kulesine. Onun yerini değiştirmişler ama pırıl pırıl, iyi bakıyorlar, aferin, Osmanlı arması da üstünde” diyordu sanki ninem. Ve ne o ne de annem geri dönemediler. Dönemeyeceklerini biliyorlardı. Ninem yaşlıydı, anneme ise pasaportunda doğum yeri Yanya yazdığı için vize vermiyorlardı.
Ben onları anladım. Daüssılayı anladım. Nasıl yürek yaktığını anladım, hissettim derinden, derinden. Manisa’nın Karaağaçlı köyüne yerleşen Bulgaristan göçmeni soydaşlarımızı da dinledim. Bana mezalimi anlattılar. Dikkatle dinledim, not aldım. Sık sık boğazıma düğümlendi gözyaşlarım ama dikkatle dinledim. Benimkilerden farklı olarak onlar eziyet de çekmişlerdi. Onların anlattıklarını da bir kitapta topladım.
Gene de onlar biraz daha şanslılar: İstedikleri zaman köylerine, kasabalarına gidip, yakınlarıyla hasret giderebiliyorlar. Ya gidemeyenler? Bunu idrak ettiğimden beri, apartman görevlilerinin yılda bir kez köylerine gitme heyecanını çok iyi anlıyorum. Daha da ileri gitmeme izin verir ve lütfen “Haydi canım sen de fazla duygusalsın” demeyin: Ben sekiz yaşımdan beri İstanbul’da yaşayan bir Karşıyakalıyım ama hâlâ hasretini çekiyorum, belki de şuursuzca.
Sonuç itibariyle:
1) Tanrı kimseyi, yerinden yurdundan etmesin.
2) Farklı ülkelerin insanları birlik olsun, kardeş olsun. Hudutlar kalksın.
Çok hayalperestim değil mi? Hattâ tımarhaneye bile atılacak kadar. Ne yapayım a dostlar? Büyükler derdi ki:
“İnsan hayal ettikçe yaşar.”