Cuma, Eylül 20, 2024

Bir Af Yasası ve Sığınmacıların Çeteleşmeleri -I

Birisi ödülü hak etmişse, ondan nefret etsen bile hakkını vereceksin. Birisi cezayı hak etmişse yakının olsa bile cezadan vazgeçmeyeceksin

Sevgili okurlarım,


Yine ülke gündemine, “mükerrer suçluların ceza indirimi“ diye bir kavram AKP iktidarı tarafından getirilmiştir. Bunun tek bir anlamı vardır ki, o da yine cezaevindeki, hüküm giymiş kişilerin affedilmesidir. Bu uygulamanın mantığını ve amacını anlamak oldukça güç olup bunun yanı sıra, doktriner olarak suç ve ceza kavramını ise değerlendirmek tamamen FLU veya KARANLIK bir zemin olarak görünmektedir. Hukuksal bazda ele alındığında, olmayacak iddianameler ile yasalarda yaratılmış tanımlamaları kullanarak, suç yaratıp, sahte delilleri, gizli tanıklar eliyle değerlendirip harekete geçen AKP hükümetine, sorgusuz sualsiz, biat etmiş savcılar, Osman Kavala, Can Atalay ve diğer gazeteciler gibi, benzeri suçsuzlar, cezaevinde yatarken, bu gerçek suçluların affedilmesi konusuna nasıl yaklaşıyorlar çok merak ediyorum.

AKP iktidarına sadece el kaldırarak TBMM çatısında baston olan partinin, liderinin de bu çıkarılacak yeni uygulamadaki aftan yana olduğuna hiç şüphe yoktur. Çünkü kendisi de eşini bile gözünü kırpmadan öldürten ve birçok ülke istihbaratlarında devamlı izlenmesi gerekli kişiler arasında bulunan bir çete liderinin affedilmesi için çok ciddi çabalar gösterdiği, uzun süre görsel ve yazılı, medya gündemini işgal etmişti. AKP iktidarı ve onun lideri ERDOĞAN, 28 Şubat FETÖ kurgusu ile cezaevine attırdığı Generaller ile ilgili, nihayet bu kadar zaman sonra serbest bırakılma kararı verebilmiştir. Kamuoyuna “AF“ olarak algılatılmaya çalışılan konu, sadece gecikmiş bir hakkın teslim edilmesidir.

Dünya geneline bakıldığında, birçok açıdan, ülkelerin yaratılmış farklı nedenlerle, savaşmaları gündeme maalesef gelmektedir. Ancak günümüzde, bunların temelinde, ENERJİ alanlarının kontrol edilmesinin yatması ise olayın en korkunç boyutunu ve devlet yöneticilerinin HIRSINI işaret etmektedir. Savaşlara hayır diyen toplum muhalefeti aşağı yukarı her ülkede mevcut olmasına rağmen, ne yazık ki onların sesleri oldukça cılız çıkmaktadır. Son yıllarda gerek komşularımızda ortaya çıkan iç savaş çatışmalarına büyük emperyalist güçlerin müdahale etmesi, gerekse doğrudan vekâlet savaşlarına girilmesi ise kabul edilemez gerçekler arasında yer almaktadır. Bu vekâlet savaşları içerisinde, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Rusya Federasyonunun da bulunmasının temelinde BİRLEŞMİŞ MİLLETLERİN (BM) yapısındaki aksaklık, tutarsızlık kapsamında organizasyon ile fonksiyon şemasındaki yapısal uygulamanın büyük rol oynadığını unutmamak gereklidir diye değerlendiriyorum.

Birleşmiş milletlerin, günümüzde arzu edilen fonksiyonlarının istenen boyutlarda olamamasının en büyük nedenlerinden birisinin, bünyesindeki VETO etme hakkına sahip 5 tane devletin yer almasıdır. İşte bu 5 devletin ise güncel gelişmelerde kendi menfaatlerini önceleyerek, en olumsuz hareketlerde yer alması ise bir başka kabul edilemez unsur olarak öne çıkmaktadır. Son dönemde İSRAİL devletinin GAZZE şeridinde yapmış olduğu katliam kapsamında, 50.000 masum insanın öldüğü ve 100.000 kişinin de yaralandığı görülmesine rağmen bu kurumun hiçbir şey yapmadan seyirci kalmasının temelinde ise, Birleşmiş Milletlerin artık fonksiyonunu yitirmiş olması yatmaktadır. Savaşların önlenmesi ve yaptırımların güncelleşmesi için bu yapının yeniden yapılandırılıp “RE ORGANİZE“ edilmesinin kaçınılmaz olduğunu bütün dünyanın anlaması gereklidir.

Savaş insanların aç gözlüğü ve ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Günümüzdeki durum dikkate alındığında ise, uzatılmış savaşlara gelince bunların tamamen bölgesel savaşlar olduğu bilinmekte olup daha ziyade bir bölgede devam eden çatışmalardır ki bunlara örnek olarak, Afganistan, Irak, Suriye gibi çatışma alanları verilebilecektir. Paylaşım savaşları ise daha ziyade doğal ve enerji kaynaklarının bölüşülmesi için yapılan bölgesel savaşlardır. Bunlar bazen vesayet savaşları şeklinde de önümüze çıkabilmektedir. Günümüzde, Ortadoğu’da yapılan savaşların, paylaşım savaşı olduğu dikkate alınmalıdır. Bu yöresel veya diğer adıyla vekâlet savaşlarının en önemli unsurlarından birisinin ise bu savaş bölgelerinden ülkemize alınan yabancı SIĞINMACILARIN olduğu herkes tarafından bilinmektedir.

2011 yılının Mart ayında, iç karışıklıkların başlamasından bu yana, günden güne artan sayıda Suriye Arap Cumhuriyeti vatandaşı ülkemize uluslararası koruma bulmak, daha ziyade AVRUPA BİRLİĞİ ülkelerine geçebilmek ümidiyle gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Sayın Erdoğan’ın talimatıyla bu kişilere ’’GEÇİCİ KORUMA’’ sağlamaktadır. Bilindiği üzere, Suriye lideri BEŞER ESAT kendi halkı üzerine ateş açarak insan hakları ihlallerini zirveye çıkarmıştı. 2012 ve sonrasında ortaya çıkan gelişmelerdeki hızlı artış, insani yardım ihtiyaçlarında dramatik artışları da gündeme getirmiştir. İç karışıklıkların başlamasından bu yana, Suriye ile güçlü tarihi, kültürel ve komşuluk bağları olan. Türkiye Cumhuriyeti bu durumdan etkilenen Suriye vatandaşları için “AÇIK KAPI” politikası izlemiştir.

Bu düzensiz göç ve geçici koruma altında olan Suriyeli nüfusunun ülke genelinde doğurganlık oranları Türkiye’den çok fazla olduğu için devamlı artmakta olduğu üzerinde durulması gereken bir gerçektir. Göç idaresinin yapmış olduğu resmi açıklamalar kapsamında, Ocak 2024 itibarıyla Türkiye’de “geçici koruma“ statüsündeki Suriyeli sayısı resmi rakamlara göre yaklaşık 3 milyon 200 bin kişi olarak belirlenmektedir. Geçici koruma altındaki Suriyelilere ek olarak, oturma izni ile Türkiye’de yaşayan Suriye uyruklu sayısı yaklaşık 80 bin olup, Türk vatandaşlığı almış Suriyeli sayısı ise Aralık 2023 itibarıyla 100.633 çocuk olmak üzere toplam 238. 055 kişi olarak resmi rakamlarda yer almaktadır. Ancak Türkiye’deki toplam sığınmacıların ise bilinmeyenleri de dahil olmak üzere 13.000.000 seviyesinde olduğu birçok parlamento üyesi tarafından itirazlar nezdinde dile getirilmektedir.

Ülkeyi, liyakatsiz kişiler ile 22 yıldır yöneten, AKP iktidarının toplumun üzerine yıktığı en büyük mali yükün bu sığınmacılar olduğu gerçeğinin, maalesef halk nezdinde tam olarak anlaşılmış olduğunu düşünmüyorum. Toplumda, bir kesimin muhalefet etmesine rağmen, AKP lideri olan Sayın Erdoğan’ın ısrarla ve inatla kendi tek adam rejimi gerçeğindeki kararları doğrultusunda bu yabancı sığınmacıları ülke içerisinde tutmakla hangi gizli ajandasını faaliyete geçireceği ise tam olarak bilinmemektedir.

Şimdi gelelim işin en önemli mali boyutuna. Bu ülkeye gelmiş kaçak, sığınmacı ve ne olduğu hala bilinmeyen kişilere verilen sağlık hizmetinin kapsamına ve dolayısıyla maliyetine bakmak gereklidir. Çünkü bu mali yük Erdoğan’ın PARTİSİ veya ŞAHSİ SERVETİNDEN değil Türk halkından karşılanmaktadır. Günümüze kadar, bu yabancı sığınmacı, kaçak, işgalci 3.200.000 KİŞİYE AMELİYAT yapılmıştır.

Türk halkından hem katkı payı, hem de bıçak parası adı altında ilave paralar alınırken, bu kişilerin tüm masrafları KAMU KAYNAKLARINDAN karşılanmıştır. Bu ameliyat hizmetinin yanı sıra şimdi sıkı durun 105.500.000 İŞGALCİ, sığınmacı kişiye ise hastanelerde POLİKLİNİK hizmeti verilmiştir. Ülkemizdeki vatandaşlarımız, poliklinik hizmetlerinde katkı payları verdikleri halde sıra almak için 6 ay veya 1 yıl beklerken bu vasıfsız ve kimliksiz kişilere, tüm bu poliklinik hizmetleri hiçbir ücret almadan ve sıra bekletilmeden verilmektedir. Bunun mali yükü de yine Türk halkının sırtına yüklenmektedir.

Siyasete başlarken kendi ALYANSINI çıkarıp benim bütün servetim budur diyen Erdoğan acaba bu meşhur olmuş, ALYANSINI kaça satabilecektir ki bu mali faturayı ödeyebilsin. Tüm verilen bu sağlık hizmetlerinin yanı sıra, daha yataklı sağlık hizmeti verilen bu sığınmacıların rakamlarından bahsetmedik. Sıkı durun, ülkem vatandaşları yataklı sağlık hizmeti alabilmek için hastanelerde ortalama olarak en az 4 ay beklerken bu sığınmacı, işgalci vasıfsız kişilerin 4.500.000 kişisine YATAKLI SAĞLIK hizmeti hiçbir ücret ödemeden ayrıca ilaçları da bedava olarak verilerek öncelikle gerçekleştirilmiştir.

Şimdi bu sığınmacıların çok ciddi sorunlar yarattıkları gerçeği ile ülkemizin gündemine hala gelmediğini görmek ise çok daha vahim sonuçların gelecekte olabileceğini ortaya koymaktadır. SIĞINMACILARIN meydana getirdiği çetelerin yanı sıra, Türkiye’deki çetelere de belli bir hareket alanı açılması, AKP iktidarı tarafından yaratılmıştır. Bu Türkiye’deki oluşumların sokak serserilerinden bozma adamlardan meydana geldiği ve sadece gelir ve gü temin etme amacını güttüğü ise çok daha dikkat çekici bir olaydır. Bu gelirin ise, sadece haraç, kumar ve uyuşturucunun yanı sıra, devlet bankalarından alınan krediler ile gündeme gelmesi affedilemez vahim bir olgudur.

AKP & MHP iktidarında, üst düzey bürokratların, çetelerle, çete reisleriyle muhtelif mekân ve makamlarında fotoğraf çektirerek bunları medyaya servis etmek acaba hangi düşüncenin ürünüdür. Bu kısır ve basit çete örgütlenmeleri, İtalya’daki gibi organize olmayıp yine ülkedeki cahil olan kesimin izlerini sergilemektedir. Bu nedenle, medya tarafından, MAFYA diye tanımlanmalarının tamamen yersiz olduğunu yakından biliyorum. Çünkü yerinde yaptığım gözlemlerim çerçevesinde, İtalya’daki mafya ailelerinde çok ciddi organizasyon vardır. Omerta yani sessizlik yasasına uymak ana düsturdur. Bunun yanı sıra, “ CONSIGLIORI“ başka bir anlatımla, danışmanlar vardır ve dünyanın prestijli, saygın üniversitelerinde eğitim görmüş, doktora yapmış olanları ise bu danışmanlar içerisinde hiç de azımsanacak düzeyde değildir.

İtalya’da, bu mafya örgütlenmesinin çoğalması ve bunların siyaset ile iç içe girmesi, rüşvetin her alana yayılması sonucunda halkın önemli bir kısmının gür sesi savcılık makamında karşılık bularak, artık bu yapıların üzerine gidilmesi gerektiği büyük bir operasyonu beraberinde getirmiştir. Temiz eller operasyonu olarak toplumda isimlendirilen (MANİ PULİTE) organizasyon, savcı ANTONIO DI PIETRO tarafından yönlendirilmiştir. 1993 yılında ülke geneline yayılmış olan bu operasyonda en önemli husus savcının askeri istihbarat (SISMI) ve GLADIO tarafından korunur olmasıydı.

SISMI kuruluşunun başında olan General N. konuya gerekli önemi verdiği için sonuçlar alınmıştır. Bu dönemlerde, devlet yöneticileri, milletvekilleri ve bürokratlar tarafından, alınan rüşvetlerin yıllık miktarlarının 6 MİLYAR DOLAR seviyesinde olduğunu Generalden doğrudan öğrenmiştim. Bu operasyonun genişlemesiyle, İtalyan parlamentosunun % 60 seviyesini kapsayan milletvekilleri hakkında iddianameler hazırlanarak yargı önüne çıkarıldıkları ve çoğunun da ceza aldığını yine SISMI yetkililerinden aldığım bilgiler içinde yer almaktadır.

İtalya’da temiz eller operasyonu döneminde 6.000 den fazla MAFYA mensubu tutuklanmıştır. Yolsuzluk nedeniyle, 550 şehir ve belediye meclisi fesih edilerek yozlaşmış sistem düzeltilmeye çalışılmıştır. Bu nedenle operasyon kapsamında yapılan eylemler “TANGENTOPOLİ“ olarak anılmıştır ki anlamı telafi etmektir.


Devamı bir sonraki yazıda…

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Tayfun Gözüm

Diğer Yazarlar