Neşe içinde geçirdiğimiz anlarımızda ya da şükürler olsun kimseye muhtaç olmadan, sevdiklerimizle birlikte, karnımız tok, sırtımız pek yaşamımızı keyifle sürdürürken, sahip olduğumuz imkânlara hasretle, gıptayla ve mutlaka derin iç çekişlerle bakan, bizim kinden fersah fersah uzaklarda ne hayatlar olduğunu düşünmeyiz değil mi? Ama şuna inanıyorum ki, varlığına inandığım Tanrı bir şekilde bize onları hatırlatıyor ve diyor ki: “Ey sen, şu anda mutluluğun keyfini çıkaran insan! Hayat hep böyle midir herkes için, bir an düşün bakalım” ve bize ömür boyu unutmayacağımız bir örnek göstererek sokuyor hakikati gözümüze ve vicdanımıza. Bir gece, örnek yaşama sırasının bana geldiğine karar verdi Tanrım.

Uykum kaçtı. Sağa döndüm, sola döndüm, nafile. Baktım olacak gibi değil, salona geçtim, pencere önündeki koltuklardan birine oturdum. Işıkları da yakmadım. Evin hemen önündeki sarı ışıklı sokak lambası hem salonu hem de sokağı aydınlatıyordu. Lambanın dibinde kapağı her zamanki gibi açık bırakılmış büyük çöp bidonu duruyordu ve her zamanki gibi, sokağın kadrolu kedilerinden biri üstüne çıkmış dikkatle içini seyrediyor, kısmetini arıyordu. Birden kedinin dikkati yola çevrildi. Kısa bir miyavlamayla o yana seslendi ve sevilmek ister gibi kıvrak bir vücut hareketiyle yer değiştirdi. Eğilip baktım. Yaşlı bir kadın gördüm. Hırpanî kılıklı olduğunu söyleyemem. Eskiydi giydikleri şüphesiz ama hırpanî asla değildi. Bastonundan destek alarak ve diğer elindeki büyük çanta-torba karışımı şeyi zorla taşıyarak yürüyordu, ağır ağır. Kediye bir şey söylediğini tahmin ediyorum çünkü kedi biraz daha gevşedi ve yere atlayarak kadının bacaklarına sürtünmeye başladı. Yaşlı kadın alçak bahçe duvarına oturdu. Elindeki çanta azmanını ayaklarının dibine yavaşça bıraktı. Bastonunu oturduğu duvara dayadı. Soluklandı. Kedi ayaklarına sürtünerek kısa miyavlamalarla sohbetine devam ediyordu. Yaşlı kadın bedenine büyük gelen paltosunun cebinden bir paketçik çıkardı, açarak yere koydu. Kedi paketin önüne oturdu, önce kokladı, sonra da ağzının kenarındaki dişleriyle kopararak ne olduğunu seçemediğim şeyleri yemeğe koyuldu. Arada teşekkür edermiş gibi yaşlı kadına bakıyor, onun söylediği çok kısa sözü duyup, yemeğe devam ediyordu. Yaşlı kadın soluklanmış olmalıydı ki, belini tuta tuta doğruldu, çöp bidonuna yöneldi. Paltosunun cebinden mutfaklarda kullanılan kırmızı renkli lastik eldivenlerden çıkardı, ellerine geçirdi ve çöpleri karıştırmağa başladı. Çıkardıklarını itina ile alçak duvarın üstüne koyuyordu: Bir beyaz plastik torba, sonra bir pizza kutusu, sonra iki plastik torba daha. Tam geri dönecekti ki birden durdu, elini bidona daldırdı ve iki beyaz seramik tabak çıkardı. Tekrar oturdu duvara. Seramik tabakları eldivenli eliyle üstünkörü temizledi, dikkatle devasa çantasına yerleştirdi. Sıra torbalara geldi. Birinci torbayı alacakken vazgeçti ve pizza kutusunu açtı. İçinde 2 dilim pizza vardı. Çıkardı, üfledi, yemeğe başladı. Kedi mamasını bitirmiş ona bakıyordu. Bir parça kopardı pizzadan ve verdi. Sonra da başka vermeyeceğini anlatan bir hareket yaptı ya da ben öyle yorumladım. Yavaşça yedi pizza parçasını. Doydu herhalde ki ikinci parçaya dokunmadı. Onu eliyle daha küçük parçalara ayırdı ve çöp bidonunun kapağına dizdi. Herhalde kuşlar için diye düşündüm. Sabah gün ışımadan uyanıyorlar. Çöpçüler gelmeden yemiş olurlar. Parçalardan bir tanesi en az 5 serçeyi doyurur ama karga ya da martı gelirse iki dakika bile sürmez temizlenmesi. Torbalardan yaşlı kadının işine yarayacak bir şey çıkmadı sanırım. Sadece büyük olanından çıkan sapasağlam üç cam kavanozu aldı ve eldivenli elleriyle sıvazlayarak çantasına yerleştirdi. Tekrar oturdu alçak duvara ve bir şeyler mırıldandığını duydum. Hem mırıldanıyor hem de bir ayağıyla sanki tempo tutuyordu. Şarkı mırıldanıyordu herhalde. Dayanamadım. Altıma eşofman pantalonunu, üstüme de anorağımı geçirdim ve indim yanına.
– Merhaba!
– Merhaba!
– Bu saatte sokakta olmanıza ve yaptıklarınıza şaşırdım da!
– Siz kimsiniz?
– Önemli biri değilim. Uykum kaçmıştı, pencereden sizi seyrettim. Merakıma yenildim, geldim.
– Öyle ya, yaşlı bir kadın, sabaha karşı, çöpleri karıştırıyor değil mi? Hayat böyledir beyefendi. Kiminin rahat yatağında uykusu kaçar, kimin yatağı bile yoktur uyuyacak. Kimi penceresinden sokağı seyreder, kimi o sokakta kısmetini arar. Yani siz ve ben gibi.
-Hanımefendi sizi rahatsız etmek için, sorgulamak için inmedim aşağıya. Bu yaptıklarınızı neden yaptığınızı anlamak için geldim. Sizi ilk kez görüyorum. Çingenelere benzemediğiniz ya da Doğu’dan gelen çöp toplayıcılardan olmadığınız hemen belli oluyordu. Merakımın nedeni budur. Başka türlü ifade edeyim: Sizi bu manzaranın içine bir türlü yerleştiremedim.
– Kötü, çirkin bir manzara değil mi? Gerçekten uykunuz kaçtı mı? Dinlemek ister misiniz? Üşüyüp hasta olmayacaksanız anlatırım.
– Dinliyorum. Can kulağıyla hem de.
– Ben Çingene değilim. Doğu’dan kopup gelen zavallılardan da değilim. İçiniz rahat etsin diye söylüyorum, deli de değilim. Biraz önce bana hanımefendi diye hitap ettiniz ya, evet ben bir hanımefendiyim. Hanımefendiydim ve öyle kalmaya gayret ediyorum. Eğer dilenmezseniz, kötü yola sapmazsanız, acılarınızı yüreğinize hapsedip, boynunuzu bükmeden, artık sizi taşımayan ayaklarınızın üstünde dik durmaya çabalayarak, mücadele azminizi yitirmeden yaşamaya çalışırsanız, üstünüzdeki giysiler partal da olsa, yemeğinizi çöpten de temin etseniz bir hanımefendinin hanımefendiliği ilelebet dimdik yerinde kalır.
– Acıları yüreğe hapsetmek… Çok şey anlatan bir cümle.
– Öyledir. Bu cümle çok şey anlatır. Ama kısaca söylersek; beni anlatır. Hâlâ dinlemek istiyor musunuz?
– Lütfen kesmeyin, devam edin.
– Yetmiş yaşını geçtim. Muhacirim. Tuna boylarındaki bir Türk köyünden geldim. Ailemin insanları ya orada ya yolda ya da burada öldüler. Gençtim ve inanın bana çok güzeldim. Evlendim. Benim kadar eğitimli değildi ama iyi insandı, sevgi doluydu kocam. Eğitim dedim de ben bir öğretmendim. Üç yabancı dil bilirim: Rusça, Macarca, Romence. Kocam ise küçük çaplı bir tüccardı. Gıda üzerine. Benim çalışmamı istemedi. Evimin kadını, çocuklarımın anası ol, eve geldiğimde pamuk ellerinden sıcak çorba içeyim, yorulmayı, didinmeyi sen bana bırak derdi. Türkiye’de öğretmenlik yapmam mümkün değildi. Bilirsin herhalde, mevzuat. Gün geldi, kara haberi getirdi attı evimin kapısından içeri: Kocamı bir sarhoş bıçaklamıştı, kurtaramamışlardı hastanede. Aynı alçak sarhoş dükkânı da ateşe vermiş. Kaldım ortada; yüreğimde acı, cebimde tek kuruş yok, mal mülk kül olmuş gitmiş. Ev sahibi bir ay müsaade etti, sonra kapıya koydu. Bir süre komşularda yattım.
– Bağışlayın, araya gireceğim. Çocuk yok mu?
– Yok. Yok. Yok.
– Devam edin lütfen.
– Aylarca iş aradım, bulamadım. Mesleğim yok ki, öğretmenim ve öğretmenlik yaptırmıyorlar. Bir süre evlerinde yattığım iki komşunun çocuklarına matematik dersi verdim ama o da bitti. Ayrıldım o evden, kimselere haber vermeden. Bir kapıcı bana acıdı ve apartmanın kullanılmayan kömürlüğünde bir yere ilişmeme izin verdi. Gündüz çıkmıyorum, utanıyorum. Dilenci sansınlar istemiyorum. Gece çıkıyorum. Neyse ki dün son yıllarda beni en mutlu haberi aldım: Bursa köylerinden birinde bizimle göçen bir kasabalımız varmış. Haberleşmiştik. Yol parasını temin eder etmez ona gideceğim. O beni sokağa atmaz. Çünkü aynı yollardan geçtik. Sadece o benden daha şanslıydı.
O gece biraz daha olgunlaştım, biraz daha insanlaştım, biraz daha sahip olduklarıma sevindim ve şükrettim. Tanrım kimseyi kimselere muhtaç etmesin.