“Hekimlik mesleğinin bir üyesi olarak; Yaşamımı insanlığın hizmetine adayacağıma, Hastanın sağlığına ve esenliğine her zaman öncelik vereceğime, hastamın özerkliğine ve onuruna saygı göstereceğime, İnsan yaşamına en üst düzeyde saygı göstereceğime, görevimle hastam arasına; yaş, hastalık ya da engellilik, inanç, etnik köken, cinsiyet, milliyet, politik düşünce, ırk, cinsel yönelim, toplumsal konum ya da başka herhangi bir özelliğin girmesine izin vermeyeceğime, hastamın bana açtığı sırları, yaşamını yitirdikten sonra bile gizli tutacağıma, mesleğimi vicdanımla, onurumla ve iyi hekimlik ilkelerini gözeterek uygulayacağıma, hekimlik mesleğinin onurunu ve saygın geleneklerini bütün gücümle koruyup geliştireceğime, mesleğimi bana öğretenlere, meslektaşlarıma ve öğrencilerime hak ettikleri saygıyı ve minnettarlığı göstereceğime, tıbbî bilgimi hastaların yararı ve sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi için paylaşacağıma, hizmeti en yüksek düzeyde sunabilmek için kendi sağlığımı, esenliğimi ve mesleki yetkinliğimi korumaya dikkat edeceğime, tehdit ediliyor olsam bile, tıbbi bilgilerimi, insan haklarını ve bireysel özgürlüklerini çiğnemek için kullanmayacağıma, kararlılıkla, özgürce ve onurum üzerine, and içerim.”

Tıp doktorlarının nasıl yemin ettiklerini merak ettiğim bir gün İnternet’e girerek araştırma yaptım. Eski yeminler ve sonradan değiştirilen ama benzer fedakârlık sözlerini kullanan daha kısa yemin metinlerini de okudum. En doyurucu olanı sizlerle paylaşmak üzere seçtim. Tıp doktorlarının bu yemini ettikten ve kendilerini insanların sağlığına adadıkları andan sonrasını düşündüm. Son zamanlarda basın yoluyla duyduğumuz şikâyetler geldi aklıma. Bu arka arkaya gelen hatırlamalar sonunda bir fotoğraf parladı anılarımda. Doktorların benim gözümde kutsal oldukları geldi aklıma. Başka hangi insana kayıtsız şartsız canınızı emanet edersiniz? Bunu düşünmek bile heyecan vermiyor mu? O zaman sizlerle paylaşmaya karar verdiğim olayın kahramanı bir kasabada yaşayan pratisyen doktordur.
Eğer yaşadıkları kitap ise, anlatacağım olay o kitabın sadece bir sayfasıdır:
Kar, köyün beyaz badanalı kerpiç evlerinin pencerelerinin yarısını geçmişti. Köy yolunun kapalı olduğunu ve en yakın yerleşim merkezine dahi ulaşımın günlerdir mümkün olmadığını söylememe bilmem gerek var mı? Küçük bir köydü, olsa olsa 20 hanelik. Bazılarının atı vardı, bazılarının katırı ama hiç motorlu araç yoktu köyde. Gazyağıyla çalışan, 1950 öncesine tarihlenen bir Fordson traktör çoktan ununu sermiş eleğini asmıştı ama pulisi hâlâ döndüğünden köy meydanına sabitlemişlerdi ve yegâne görevi ortadaki kuyudan su çekmekti. Mazot bittikçe ortaklaşa toplanan parayla dolduruluyordu yakıt deposu. Su herkesindi, traktör de. Böyle diyorum çünkü gerçek sahibi varis bırakmadan ölmüş, traktörü de köye miras kalmıştı. Kasabanın doktoru üç gece önce yollar kapanmadan bir çocuk için köye gelmişti ama mahsur kalmıştı. Neyse ki altına yatak seren de karnını doyuran da çoktu. Hasta çocuk gittikçe ağırlaşıyordu ve mutlaka önce kasabaya ulaştırılmalı, oradan da şehirdeki hastaneye kaldırılmalıydı. Ne mümkün? Çocuk her gün ağırlaşıyordu. Tedavi para etmemişti. Ateşten yanan küçücük bedeni üst üste konmuş birkaç yorganın altında titriyordu. İki kez havale gelmişti de doktorun ani müdahalesiyle kurtulmuştu. Yemiyordu ve daha da kötüsü su içmiyordu. Su içmeliydi, böyle diyordu doktor. Biten ilâçlardan birinin damlalığı ile kapalı dudakları arasından azar azar su sıkıyorlardı ağzına. Zavallı yutkunamıyordu bile. Mutlaka hastaneye yetiştirilmeliydi çocuk, mutlaka!
Doktor dayanamadı. Dizleri üstüne çöktü, ellerini göğe açtı ve bağırdı: “Olmaz bu kadarı olmaz Rabbim. Ben bu yavruyu kurtarmadan nasıl giderim? Bana yol göster ne olur!”. Anne, baba, dede, büyükanne, büyükbaba oradaydı. Ağlıyorlar, dua üstüne dua okuyorlardı. Çaresizlik böyledir işte. Doktorun isyanla karışık yakarışı üzerine baba yerinden fırladı: “Kalk doktor gidiyoruz!”. Dışarıya çıktı koşarak. Kapının yanında asılı duran el fenerini kaptığı gibi attı kendini karanlığa. Kapıdan içeriye kar girdi. Bata çıka ahıra doğru gittiğini gördüler. Elinde kısa bir tahta merdivenle döndü. Gene kar doldu odaya. Hemen kapattılar. Çocuğu sarıp sarmaladılar. Merdivenin üstüne battaniye serdiler, üç kat yapıp çocuğu yatırdılar üstüne. Anne birkaç baş örtüsünü uç uca bağladı, sonra da onunla çocuğu göğüs hizasından merdivene bağladı. Doktor ve baba merdiveni iki ucundan kavrayıp daldılar karanlığa.
Üç gün daha geçti. Ne ses ne nefes var gidenlerden. Büyük anne kara yaslarda. Aralıksız Kur’an okuyor. Anne aç bîlâç pencere önünde geceleri gündüz, gündüzleri gece ediyor. Dördüncü gün babayı gördüler uzakta. Kardan adama dönmüş, beli bükülmüş çıkıverdi tipinin içinden. Kapıyı açtılar ve baktılar gözlerinin içine ses çıkarmadan. “Kurtuldu” dedi baba, “Kurtuldu, ateşi de düştü. Doktor yanından ayrılmayacakmış. Bana sen git dedi. Hastanede biraz daha kalalım, ben getiririm çocuğu belediyenin cipiyle.” Anne hıçkırarak yıkıldı babanın ayakları dibine, büyükanne ve büyükbaba öylece kalakaldılar. Dualar okuyan dudakları titriyordu.
Yukarıdaki fotoğrafı görünce hatırladım bunları. Gördünüz mü? Zenci tıp insanları kendilerine hayal edilemeyecek zulümler yapan Ku Klux Klan mensubu bir beyaz adamı kurtarmağa çalışıyorlar. Olayımızdaki doktorla benzerlik nedir diye merak mı ediyorsunuz? Öğrendiğim zaman nutkum tutulmuştu ve bu fotoğraf bir kez daha hatırlattı bana hikâyeyi. Meğer doktor ile çocuğun babası bu olaydan önce uzun süredir hasımmışlar, düşmanmışlar. Kasabada herkes bilirmiş, neredeyse kanlı bıçaklıymışlar. Ama doktor o yemini etmişti bir kere.