Birkaç yıl oldu. Anladım ki bazı şeyler değişmiyor. 7-8 günlük bir Baltık ülkeleri gezisini bugün bana hatırlatan bir sohbet tekrar elime kâğıt kalemi aldırdı bana. Uçağımız önce Helsinki’ye inmişti ve bir hafta içinde farklı ülkelerin başkentlerine ikişer gün ayırmak suretiyle Helsinki, Tallin, Riga ve Vilnius’u gezebildiğimce gezip anılarıma anılar ama biraz da hüzün katarak döndüm. Sakın yanlış anlamayın! Hüznüm dönmekten ileri değil, şahit olduğum bazı güzel ve doğru şeyleri canım ülkemde göremediğimden ileri geliyordu. Şüphesiz anlatacaklarımı bilenleriniz vardır ama gene de yaşadıklarımı biraz da yorum katarak paylaşayım istedim. Yani bir tür dertleşme diyelim.

Uçak alçalırken kanatlarının altında akıp giden Helsinki bölgesinin yeşil örtüsüne nasıl hayran kaldığımı şu an bile tebessümle ve hayretle anımsıyorum. Uçağın penceresinden sonu gelmeyen ormanlar (Finlandiya’nın %75’i ormanmış) ve yemyeşil arazileri nefesimi tutarak seyretmiştim. “Kendi hâlinde” deyimine çok uyan bir havaalanına inmiştik. Kentin birçok bölgesini gezince modern binaların, geniş ama neredeyse boş caddelerin soğukluğu şaşırarak seyretmiştim. Şehirdeki yemyeşil parkların çimenleri ve görkemli ağaçları bile bu soğukluğa çare olamıyor diye düşünmüştüm.
Gelgelelim öyle bir düzen ve bu düzeni özümsemiş insanlarda öyle bir saygı vardı ki! İşte benim bu yazımı kaleme almama neden olan bu düzen ve bunu korumaktaki ısrarlı saygıdır. Saygı… Her şeye saygılı insanlar… Başta, başkalarının haklarına saygılılar. Kurallara, kanunlara saygılılar. Sanata saygılılar. Tarihlerine saygılılar. Doğaya ve nimetlerine saygılılar. Caddeler taşıt dolu ama korna sesiyle inlemiyor. Gece olunca asfalt üzerinde lastik cayırdatan duymadım, görmedim. Dört ülkede de bunu açık seçik yaşadım, hissettim. Budapeşte’de gördüğümü buralarda da gördüm: Trafik kurallarının getirdiği düzene gerek yayaların gerekse sürücülerin tartışmasız riayeti. Canım vatanımda hâlâ bazı sürücüler “yol verilmez, alınır” derler. Baktım, Baltık ülkelerinde yayalar trafikte her zaman öncelik taşıyorlar. Işık olsun olmasın, yaya geçidi olsun olmasın, ayağınızı caddeye değdirdiğiniz anda araçlar durup size yol veriyorlar.
Ama bunun karşılığı da var: Yayalar da ışıklardan ve yaya geçitlerinden geçmeğe özen gösteriyorlar.
İlk akşam uzaktaki bir kaldırımda koşarak karşıya geçen bir sporcu gördüm. Herhalde günlük koşu çalışmasını yapıyordu. Birinci sokaktan gelerek tam karşısındaki ikinci sokağa geçti. Ama iki sokak arasında onları dikine kesen geniş bir cadde geçiyordu. Koşucu sağa sola bakmadan akan cadde trafiğine aldırmadan koşusunu sürdürdü. Bendenizin şaşkın bakışları ve adamcağızın ezileceği endişesi altında caddede akan trafik adama yol verdi. Evet, araçlar adam önlerine geldikçe durmaya yakın yavaşlıyor geçmesini bekliyordu. Yani adam ezilmedi. Arkadan gelen otomobiller, önde duran otomobillere canhıraş kornalar çalmadılar, el kol sallamadılar. Camını açıp koşan adama hiçbir sürücü bağırmadı. Hattâ son günlerde sık rastladığımız gibi arabasından inen asabî ağabeyler, amcalar birbirlerine mermi sıkmadı. Canhıraş fren sesleriyle inlemedi asfalt. Kırmızı ışıkta duran 5-6 araç yeşili sükûnetle bekliyor. Yeşil yandığında en arkadaki kornaya basmıyor. Şunu anladım: Ben ki tam 60 yıllık sürücüyüm, herhalde orada ilk gün kaza yaparım. Ne yapalım alışkanlıklardan kolay kurtulunmuyor.
Gelelim tarihlerine ve kültürlerine saygılarına. Yarattıkları eserlere, sanatçılarına, tarihî binalarına, kalıntılara özen gösteriyorlardı. Caddelerde, sokaklarda bazı kişilerin adlarını ve meydanlarda heykellerini ya da büstlerini gördüm. Aralarında askerî şahsiyetler, üst düzey yöneticiler olduğu gibi sanatçılar da vardı. Dediler ki; adının bir yere verilebilmesi için mutlaka ülkemiz yararına bir şey yapmış olması gerekir. Doğal olarak bizde de herhalde her ülkede de böyledir ama bizde bu kadar çok yok. Neden? Bugün TRT Belgeselde bir film seyrettim. Cemil adında bir köy sâkini Antalya’daki yakınını görmeye gidiyor ve orada beyaz mantar yetiştirildiğini görüyor. Köye dönünce o da evinin bir yerinde aynı çalışmayı yapıyor. Zaman içinde önce ona şaşıran köy halkı hayvancılığın yanında yeni bir kazanç çıkacağını görerek mantar işine girişiyor. Ben olsam Cemil Bey’in heykelini dikerdim köye. Parklarda dolaşınca dikkatimi çeken çimler ve çiçeklerden çok ulu ağaçlar oldu. Meşe, çınar, çam ve huş ağaçlarının boyları metrelerce ve dümdüz yükseliyorlar göğe doğru.
Diyeceksiniz ki oraları kavurucu sıcak nedir bilmez ve çoğu zaman yağışlıdır. Kabul ediyorum. Ama mesele bu değil sadece. Oranın insanları bizdekiler gibi ağaç katili değiller. Fransa’da, Yunanistan’da ve çok şiddetli olarak bizim ülkemizde çıkan son korkunç yangınlar hiç aklımdan çıkmıyor, çıkmayacak da. Haberlere bakılırsa Fransa’daki son yangında sadece Aude bölgesinde yanan orman yüzeyi 16.000 Hektarmış yani 160 milyon M2. İspanya’da ise daha büyük bir felâket halindeymiş. Ne yazık ki o yangınlarda insan kılıklı olup da insanlıktan nasibini almamış olanlar da tespit edilmiş. Ülkelerinde gezdiğim Finlandiyalılar, Estonyalılar, Letonyalılar ve Litvanyalılar ise insana olduğu gibi doğaya da saygılılar. Bir ağaç kesmek için kim bilir kaç yerden izin alıyorlardır ya da alamıyorlardır ya da kimse çok mecbur olmadan ağaç kesmiyordur. Aynı bizdeki gibi (mi?). Okumuyor muyuz basında? İstanbul’un az kalmış ormanlık alanlarından birinde falan İnşaat yüzlerce dairelik site yapmak için ruhsat almış. Kimin umurunda? Halbuki, meselâ şu anda hangi ülkede olduğunu hatırlayamadığım küçük dörtgen bir meydan vardı.
Bu meydanın bir kenarında cumhurbaşkanlığı binası, ikinci kenarında güzel sanatlar fakültesi, üçüncü kenarında altı dükkânlı bir apartman ve yanılmıyorsam dördüncü kenarında da halkın nefes aldığı, dinlendiği, bebek gezdirdiği, köpek gezdirdiği bir küçük park yer alıyordu. Sarayda cumhurbaşkanlığı forsu çekili olduğuna göre adamcağız içeride olmalı diye düşündüm ama kapıda nöbetçi yok. Meydanın saraya bakan karşı köşesine bir zincir çekilmiş. Zincirin ortası yere değiyor neredeyse. Onun beri tarafında duran halk cumhurbaşkanına soru sormak için başkanın gelmesini beklermiş. Zincirin öte tarafında ise parlamenterler dururlarmış. Halk onlara sorular sorarmış. Cumhurbaşkanı soruları cevaplandırır sonra görevine gitmek üzere oradan ayrılırmış. Beni en şaşırtan ise Helsinki’deki kaya kilisesi oldu. Kentin ortasında devasa bir kaya kilisesi (Temppeliaukio Katedrali) var, etrafında evler, yollar. Koca taş parçasının altını oymuşlar ve muhteşem bir ibadethaneye dönüştürmüşler. Türkler’in tarihine merakım dolayısıyla Litvanya’da yaşayan çok az sayıda Karaimler ya da Karay Türkleri’nin yaşadığı yer Trakai’ye de gittim. Küçücük şirin bir kasaba. Biliyorsunuz onlar da kuzeye göçmüş olan Türk boylarından biri. Bunu bilince insan bir tuhaf oluyor.
Velhasıl dört ülke de pek bir uzak geldi bana. Pek çok şeyi benimsedim, beğendim ama oralarda kaç gün yaşadıktan sonra sıkılırım, içimi kasvet kaplar diye de düşünmedim değil. Dakikalar geçiyor ama korna sesi duymuyordum. Şehirlerin çevresindeki ormanlar bile bir garip. Askerî birlikler gibi dizilmiş dümdüz ağaçlar. Yaz olmasına rağmen tatlı bir esinti dolaşıyor gövdeleri arasında. İçimden “Yakın bunları bir gece. Yakın ki açılan yerlere oteller, apartmanlar yapın, maden çıkaracağız diye kazın, dibine kadar inin” diyorum. Otobüste yanımda oturan beyefendi “Bir şey mi dediniz, duyamadım” demez mi? Meğer şikâyetim mırıldanma şeklinde bile olsa dışa vurmuş. “Hayır efendim, kendi kendime konuşuyordum. Çevreyi seyrettikçe neler neler geçiyor aklımdan bir bilseniz.” En iyisi sırt çantamdaki meyve suyundan içeyim. Ruhumun susuzluğuna yararı yoksa da ağzımın kuruluğu gider.