Tarımsal üretimde birim alandan verimin artırılmasında gübre ve suyun da ötesinde yüksek verimli bir çeşit-genotip etkili olur. Özellikle, önümüzdeki yıllarda gereksinim duyacağımız fazla gıdanın eldesi için yeni verimli çeşitler ıslah etmek zorundayız. Değişen iklim koşullarına uyum sağlayacak genotipleri geliştirmek bitki ıslahçısının ana uğraşıdır.
Ne var ki yeni çeşit geliştirmek klasik yöntemle, 14-15 yıllık bir uğraş gerektirir. 1970’li yıllarda Ege Bölgesinde buğdaydan sonra çeltik yetiştirmek için, mevcut çeşitlerden farklı olarak 7-8 gün daha erken hasada gelen çeşitler gerekmekteydi. Makalenin yazarı erkenci anacı Hopa’da kırda ekilen bir çeşitten alarak, tam 13 yıl sonra söz konusu hedef çeşidi geliştirmiştir. Fakat iklim krizi, su kısıtı nedeniyle Ege bölgesinde değil ikinci ürünün yetiştirilmesi, ana ürünün dahi yasaklanmasıyla onlarca yıllık çalışma boşa gitmiştir.
Peki çözüm ne olabilir? Daha kısa sürede yeni çeşitleri geliştirmek… 2013’lerde keşfedilen Gen Düzenleme yöntemi (yani yeni ıslah tekniği (YİT)) kaşiflerine Nobel Ödülü kazandırırken, ıslah süresini de oldukça kısaltmıştır. Bu yöntemle son yıllarda ABD’de yağ kalitesi iyileştirilmiş soya, Hindistan’da dört yıl gibi kısa zamanda nohut, Japonya’da tatlı domates geliştirildi.
Bu teknik aslında klasik mutasyon ıslahının laboratuvar versiyonudur. Bilindiği gibi mutasyon, canlı genlerinden birinde, kendiliğinden oluşan veya amaçlı oluşturulan bir değişimdir. Dünyada suni mutasyon yöntemleri ile 4000’e yakın çeşit tescil edilmiştir. Gen düzenlemeleri, CRISPR ve bir seri yeni gen mühendisliği yöntemlerini kapsamaktadır. Bu yöntemlerde, GDO’lardaki gibi dışarıdan herhangi bir gen transferi yapılmamaktadır. Tersine hedeflenen genin, uygulanan geçici DNA kesici enzimleri ile susturulması, etkisinin artırılıp azaltılması yani mikro-mutasyona tabi tutulması söz konusudur.
AB’de bu yöntemle geliştirilen genotipler tescil işlemlerinde, günümüze kadar genetiği değiştirilmiş ürünlerle (GDO)gibi ele alınmıştır. Değişik grupların baskısı altındaki AB, 2024 başında YİT kapsamında geliştirilen çeşitlerin tescili konusunda bir mevzuat değişikliğine gitti. Önce, geliştirilen çeşitleri iki kategoride toplandı. Gen düzenleme yöntemi ile ıslah edilen çeşit, klasik çeşitlerden ayırt edilemeyecek karakter yapısında olanlara Katagori1e, herhangi bir farklılık saptandığında ise Katogori2ye eklendi. AB, bu prensipler çerçevesinde gerekli yasal düzenlemeler için Avrupa Gıda Güvenliği Başkanlığını (EFSA) görevlendirdi. EFSA 2024 eylülünde yayınladığı rapor çizelgede özetlenmektedir.
Çizelgeden anlaşılacağı üzere gen düzenleme yöntemi ile geliştirilen Katagori1e ait çeşitlerde tescil için sağlık ve çevre testlerine gerek olmadığı gibi paketlerinde, onların gen düzenleme ile geliştirildiklerine dair bir etiket zorunluluğu gerekmemektedir. Buna karşın Katogori2deki çeşitler tescil için sağlık ve çevre testlerine tabi tutulmak zorundadırlar. Ayrıca paketlerinde, onların gen düzenleme ile geliştirildiklerine dair bir etiket de taşımak durumundadırlar. Ama asıl çarpıcı olan, söz konusu kategorilere ait çeşitlerden hiçbiri ORGANİK tarımda kullanılamamaktadırlar! Burada yeşil mutabakat çerçevesinde 2030 yıllarında AB tarımının %25 oranında organik olmasının hedeflendiğini de hatırlatmakta yarar görülmektedir.
2024 yılı itibarı ile AB’de tescil işlemleri için EFSA raporunu bekleyen 40’a yakın aday genotipin kısa zamanda AB çiftçisinin kullanıma girmesi beklenmekte.
Peki bu düzenlemelerden kimler kazançlı çıkacak? Örneğin değişen iklim koşullarına adapte olan çeşitlerin ekimi ile çiftçiler – ülkeler ekonomik kazanç sağlarken, tüketicinin gıda güvenirliği garanti altına alınabilmekte. Bunun Türkiye ile ilişkisine bir göz attığımızda, AB’de geliştirilen çeşitler ülkemizde geliştirilmediği için bu olaydan herhangi bir yararımızın olmayacağı meydanda. Fakat Türk ürünleri ile rekabeti ele alacak olursak, bunun pek de lehimize olmayacağı ortaya çıkar. Örneğin Katogori1 ile likopeni yüksek domates AB pazarına girdiğinde bunun Türk versiyonunu geliştirmek için yıllarca uğraşmak durumunda kalacağız. Çünkü hala ülkemizde gen düzenleme ile ilgili yasal hazırlıklar başlatılmadığı gibi, personel ve laboratuvar altyapımızın yeterli düzeyde olduğunu söyleyemeyiz. Gen düzenlemelerinin bitki ıslahında kullanımında gerek kamu gerek özel sektör projeler geliştirmekte, hatta üniversitelerde bazı projeler sonuçlanmak üzere .
Biyoteknoloji konusu uzman personel ve ileri düzey laboratuvar gerektirmektedir. Bu alt yapının kurumlararası iş birliği ile sağlanması düşünülebilir. Çeşit geliştirmede dünyada büyük beklenti içinde olduğu yeni ıslah tekniklerinin, moleküler biyolojiden geçtiği bu aşamada, tam yapılandırmalarını henüz tamamlayamamış tohumculuk firmalarımızın üniversitelerle partnerlikleri kaçınılmazdır. Diğer taraftan kısıtlı ekonomik yapımızda üniversitelerin ülke gerçekleri ve gereksinimlerine yönelik araştırma yapmaları beklenmektedir. Batıda ziraat fakültelerinde yapılan tezlerin %80’i tarımsal endüstri ile ilgili iken, bizde bu rakamın %20’lerde kalması ne derece rasyonel.
İşte özel sektör, üniversiteler ve kamunun iş birliğine olanak sağlayacak “Türkiye Tarımsal Araştırma Kurumu”nun oluşturulması çok yerinde olacaktır. Böylece özel sektör–üniversite-kamu ortak platformunu oluşturarak, ülkemizin beklediği yeni çeşitleri çiftçimize sunabiliriz. Tohumculuğumuzun Orta Doğu ve Balkanlardaki liderliğini ancak böylece sürdürebiliriz .