Çarşamba, Ekim 22, 2025

Bir Daha Dönmeyeceğini Bilmek!

Bayram tatillerinde ya da yıllık izinlerinde köylerine koşan apartman görevlileri dikkatimi çekmiştir. Büyük şehirlere göçmüşler, yıllarını oralarda geçirmişler, çocukları olmuş, büyümüş, büyük şehir okullarında yetişmiş, sokaklarında, caddelerinde dolaşmış, iş bulmuş, evlenmişler, ilk göçenleri büyük baba/büyük anne yapmışlar. Ama bakıyorsunuz, ilk tatilde köylerine koşuyorlar. 

Köylerini düşünüyorum. Küçük bir yerleşim merkezi. Bazıları nispeten uygar dünyanın konforlu yaşam için geliştirdiği nimetlerden yararlanmış da olsa, kentlerle mukayese kabul edilemez sosyal yaşantı farklılıklarını korumakta. Ama diğerleri toprak damlı, toprak zeminli, tek odalı, kurak coğrafyalı ve bir yığın eksiğiyle dar imkânlı köyler. Öyleyse kent konforuna, kentin sağladığı bütün imkânlara iyi kötü sahipken, bu çağ dışı ortama sevinç ve heyecanla koşa koşa gitmeyi neden hasretle beklerler? Soru şu: Köylerinde onları cezbeden ne var? Bu sorunun cevabını eskiler şöyle cevaplamışlar: Daüssıla yani günümüz Türkçesi ile memleket, vatan, yuva hasreti. 

Bilirim; doğduğumuz yeri kan çeker. Kısa bir süre de yaşasak o yeri ruhumuzun, bilincimizin, yüreğimizin bir yerinde yaşadıkça saklarız. Gün gelir, hasretini duyarız. Hele uzun süre orada yaşamış ve geçici de olsa terk etmek zorunda kalmışsak. Halalar, teyzeler, amcalar, dayılar, yeğenler, dedeler büyük anneler orada kalmıştı. İçinde büyüdükleri fakirhane, oynadıkları bahçe, çamaşır yıkadıkları dere kenarı, hayvanlarına gözleri gibi baktıkları ahır orada kalmıştı. Ayşe ile evlenmeden önce   penceresinin önünde sabahladığı Fatma da orada kalmıştı belki. Sapanla avladığı karatavukların, sığırcıkların ahfadı da oralardaydılar muhakkak. Yani hatıralarının en can alıcıları, en göz yaşartıcıları oradaydılar hâlâ… Sıla hasreti budur işte! Onları köylerine çeken gözle görünmez manevî mıknatıs budur işte! Bunlar mutluluğu bedavadan verenlerdir, senede bir kez bile olsa. Üstelik, gayet iyi bilirken istedikleri zaman oralara dönebileceklerini. Ya dönemeyecek olanlar? 

Dönemeyecek olanları tanıdım, dinledim. An oldu, onlarla yandı yüreğim. Onlar mübadiller, muhacirler, vatanından sonsuza dek mahrum edilenlerdi. Yeni bir vatan bulmuşlardı ama yürekleri eskisi için de çarpmaya devam ediyordu. Sadece ayrı kalmak mı? Hayır; bütün sahip olduklarının başka ellerde kaldığını bilmenin acısını yaşamaktaydılar. Anıları vardı olmasına ama onlar da kendileriyle birlikte yok olup gidecekti. İşte gerçek acılı hasret buydu.

Kastettiğim insanlara örnek benim anne tarafı ailemdir. Yunanistan’ın Yanya kentinden, yani eski Yanya vilâyetimizden, Lozan anlaşması gereği mübadil olanlardan. 500 yıl ayrılmadan yaşadıkları kentten uzaklaştırılanlardan. Bunun acısını çeken anneannemi yaşadıkça dinledim. Hasret içini kemiriyor, ümitsizlik ve çaresizlik belini büküyordu. Yanya ‘yı sayıkladı, Yanya’yı görmek istedi, hiç belli etmedi ama belki de Yanya’da ölmek istedi. Olmadı. Yapamadı. İmkânları el vermedi. Söz verdim ona ve dedim ki: “Ben seni bir gün oraya götüreceğim. Götüremezsem bil ki, ben gideceğim ve senin hayalini oralarda gezdireceğim”. Tuttum sözümü. “Yanya’nın Gözyaşları” adlı kitabımı yazdım ve kitabın ikinci bölümü için Yanya’ya gittim. Sizlere belki tuhaf, belki abartılı gelecek ama inanın ki sadece doğruyu yazıyorum: Ben ki evinden ayrı kalınca huzursuz olur, uyku uyuyamaz ve işim biter bitmez hemen evime, aileme dönmek isterim; ben ki bu yüzden bir zamanlar bazı iş tekliflerini reddetmişim, orada yaklaşık bir hafta boyunca huzur içinde yaşadım, gezdim, yedim, içtim ve daha uzun süre ayrılmak istemedim. Nedir bu? Nasıl açıklayabiliriz? Naçizane açıklamam belki size basit gelebilir ama derim ki bunun adı “Kan çekti”dir. Artık içim huzurlu. Sözümde durdum sayıyorum kendimi. Hem annem hem anneannem Yanya doğumluydular. İkisi de Hak’kın rahmetine kavuştular. Ama içim rahatladı çünkü ikisinin de hayallerini yanıma alıp Yanya’da gezdirdim. Onlarla konuştum sanki. Onları duydum sanki. “Bak paşamu ben burada okudum. Kalenin burcunu görüyor musun? Vehip Paşa buradan veriyordu emirlerini, Esat Paşa’nın evi buralarda bir yerdeydi, annen her gün buradaydı neredeyse, Paşa anneni çok severdi. Bak, saat kulesine. Onun yerini değiştirmişler ama pırıl pırıl duruyor, Osmanlı arması da üstünde” diyordu sanki ninem. Ve ne o ne de annem geri dönemediler. Dönemeyeceklerini biliyorlardı. Ninem yaşlıydı, annemi ise pasaportunda doğum yeri Yanya yazdığı için sokmuyorlardı. Ben onları anladım. Daüssılayı anladım. Nasıl yürek yaktığını anladım, gördüm. Manisa’nın Karaağaçlı kasabasındaki Bulgaristan göçmeni soydaşlarımızı da dinledim. Bana mezalimi anlattılar. Onlar için de bir kitap yazdım. Ama onlar biraz daha şanslılar: İstedikleri zaman köylerine, kasabalarına gidip, yakınlarıyla hasret giderebiliyorlar. Ya gidemeyenler? Bunu idrak ettiğimden beri, apartman görevlilerinin yılda bir kez köylerine gitme heyecanını derinden anladım, hak verdim.

Şimdi İstiklâl marşımızdaki şu yalvarışı hatırlamamak mümkün mü?
“Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda, etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda”

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Fazıl Bülent Kocamemi

Diğer Yazarlar