Perşembe, Şubat 6, 2025

Terk Edilmiş Tren İstasyonunda

Yarım saat sonra Ege’nin çok az çırpıntılı sularında uykuya çekilmeye hazırlanan, kızıla çalan ışınlarıyla güneşin rayları o akşam son kez parlattığı anlarda geldim Karaağaçlı istasyonuna. Çocukluğumdan beri hafızamdan hiç silinmemiş olan eski bir dostumun uzun zamandır el sürülmemiş, ziyaret edilmemiş, yıpranmış kabrini ziyaret ediyormuşum duygusuna kapılıverdim.

Sizler de yaşamışsınızdır bilirsiniz mutlaka; bir süredir görmediğiniz ama hatırınızdan çıkmayan bir baba dostunun yaşadığı yöreye gitmişinizdir. Sesi hâlâ kulaklarınızda, gülümseyen yüzü hâlâ gözlerinizin önündedir ve saçlarınızı okşayan bembeyaz tombul eli sanki hâlâ başınızı okşamaktadır. Kahvenin önüne çekilmiş birkaç iskemle ve masaya yönelir birine oturursunuz. Kahveci hemen yanınızda bitiverir. Çayınız gelince ona unutamadığınız yaşlı baba dostunu sorarsınız. Ah o duymak istemediğiniz cevap gelir: “Sizlere ömür beyim, iki yıl kadar oldu toprağa vereli.” Beklemediğiniz bir cevap değildir aslında ama içiniz burkulur boğazınız düğümlenir, elinizdeki çay bardağını usulca masaya bırakırsınız. Başınızı öne eğerek gözlerinizde yoğunlaşan yaşların görülmesini önlemeye çalışırsınız. Sesinizin boğuk çıkmaması için boğazınızı öksürük havası verdiğiniz kısacık bir temizleme hareketi ile önlersiniz.  Baba dostu doğal olarak kendi toprağında, köyün asrî mezarlığında yatmaktadır. Birkaç tanıdık sizinle gelmek istese de yalnızlığı tercih ettiğinizi gönül kırmadan belirtirsiniz, yarım bıraktığınız çayın parasını almayı şiddetle reddeden kahveciye teşekkür eder ayrılırsınız.

Kabir bakımsızdır. Karmakarışık otlar, yabanî çiçekler boş buldukları yere yerleşmişlerdir. Alçak yan duvarlarında yer yer kırıklar peydahlanmış, mermer şahide biraz da yağmurla yumuşayan toprağın yumuşamasıyla hafif yana eğilmiştir. Eski harflerle yazılı besmelenin ve yeni alfabeyle yazılı kimliğin siyah boyasının hava şartlarına dayanamadığı açıkça bellidir.  İçgüdüyle, eğilirsiniz, birkaç yabanî otu koparır atarsınız ama vazgeçersiniz.

Karaağaçlı İstasyonu gözüme işte tam böyle göründü.

İçimi derin bir hüzün kapladı. Çocukluğumdaki ve ilk gençliğimdeki hâlini hatırladım. Canlı mı canlıydı istasyon. Bandırma – İzmir treni dışında bölge halkının hizmetinde otoray denilen, galiba iki vagonlu bir trencik çalışırdı ve ara istasyonlarda durarak çok büyük bir hizmet sağlardı. İzmir’e fuara gitmemizin en garantili ve ucuz yoluydu otoray. Peronda onu beklerkenki heyecanımız canlandı gözümde ama birden gerçek silkeleyiverdi beni. Şimdi ne arıların, sineklerin vızıltıları ne kırlangıçların yuvaya yem getirdiğinde hep bir ağızdan cikcikleyen yavruların vaveylâsı ne de sevkiyat bekleyen kuru üzüm balyalarının mis kokusu kalmıştı.

Öz annesi Fransız şirketinden sonra bakımını ve işletmesini devralan Devlet Demiryolları da onu terk etmişti. Yolcu hak getire. Yahu köşelerden birinde uyuklayan bir zavallı köpek bile yoktu artık peronda. Bandırma – İzmir tren seferleri devam ettiğinden raylar parlaklığını kaybetmemişti ama aralarında biten otlar bu uzun sefer aralığını umursamadıklarından yemyeşil büyümeyi sürdürüyorlardı. Ya bina? Pencereleri tuğlayla örülü, kapıları kilitli, kiremitleri dökülmeye yüz tutmuş bina? Kaderine terk edilmek bundan güzel anlatılmaz.

Peronda bir o yana bir bu yana yürümeye başladım. Var olmayan o eski sesleri duymayı, kokuları hissetmeyi bekledim. Gözümü Trenin geleceği Bandırma yönünden ayırmadım. İstedim ki hiç olmazsa otoray gelsin, önümde dursun, herkes gibi ben de bineyim, kırmızı kasketli istasyon şefi düdüğünü çalsın, makinist düdüğü çalsın, hareket edelim. Fuarı gezeyim, Alsancak’da midye dolması yiyeyim ve döneyim.

Bir kez daha Tevfik Fikret’in mısraları ile seslendim: “Sen zanneder misin ki benim hep elemlerim? Heyhat ben nevâib-i eyyâmı inlerim.”

Fazıl Bülent Kocamemi

Diğer Yazarlar