İlk tanıdığımda davranışları şaşırtmıştı. Öyle rahat bir hitap tarzı vardı ki bilmeyen 40 yıllık ahbabım sanırdı. Size vefatı nedeniyle her tanıyanı samimî üzüntüye boğan bir eski dosttan, bir beyefendi muhtardan ve şirin bir köyden bahsedeceğim. Gençlik yıllarımdan beri gerek babamla gerek yalnız İstanbul-Manisa-İzmir karayolundan sayamayacağım kadar çok gidip geldim. Yalova merkezi ile arası dokuz kilometre civarındadır. Düzlüğü geride bıraktıktan sonra yokuş başlar, tepeye varınca yol Orhangazi’ye kadar düzleşir ve uzun süre öyle devam eder. Gidiş yönünde göremediğiniz bir köy vardır solda. Yalnızca, o da dikkat etmek kaydıyla minaresini görebilirsiniz. Araba vapuruna çok az mesafe kaldığını bildiğim için aşağıda ne var diye merak etsem de duramazdım. Yıllar böyle geçti.

Bilirsiniz merak kediyi öldürür diye bir deyiş vardır. Öyle de oldu. Dayanamadım, köyün giriş yolunun kenarındaki boş alana park ettim ve yarın kıyısına kadar yürüdüm. Ayaklarımın ucunda beni gerçekten etkileyen bir tablo duruyordu. Her yer yemyeşildi. Yılankavi bir yol anayoldan aşağıya iniyor ve köy büyüklüğünde şirin ve küçük bir dünyaya vardığında son buluyordu. Köyün yer aldığı alan karşılıklı iki yüksek tepenin vadisindeydi. Dayanamadım, arabama döndüm ve yokuşu inerek köyün meydanına vardım. Birkaç ev, bir cami ve bir kahvehanenin çevrelediği küçük bir meydandaydım. Hiç kimse yoktu ortalıkta. Kahvehane kapalıydı. Terkedilmiş bir yerleşim yeri hissi veren sessizlik hâkimdi çevreye. Tekrar bindim aracıma ve evlerin arasından geçerek karayoluna çıkan diğer yolda ilerlemeye başladım. Derken bahçede çalışan birini görüm.
Hemen durdum ve seslendim: “Tanrı aşkına kimse yaşamıyor mu bu köyde? Kahve bile kapalı. Burası neresidir?” Hemen başını kaldırdı, elindekini bıraktı: “Herkes işinde, bahçelerde çalışıyor. Kahveye neden geldin? Orasını ben açıp kaparım, çay kahve istersen gel vereyim” dedi ve eve seslendi “Hanım misafirimiz var hemen iki çay getir.” Yol kenarına park ettim ve ev sahibinin yanına gittim. Çaylarımız geldi, sohbet derinleşti. Burası neresi, kimler yaşar, ben kimim, neden geldim ve karşılıklı sorular, sorular, sorular.
O dönemde benim YANYA adlı bir blogum vardı. Dönüşte orada “Saklı Cennet” benzetmesiyle bu köyü, Esadiye köyünü tanıttım. Aradan epey bir zaman geçti, tekrar köyü ziyarete gittim. Bu kez insanlar vardı sokaklarında ama ben geçen gelişimde tanıştığım tek kişinin evine gittim. Beni heyecanla karşıladı, buyur etti ve anında içeriye seslenerek çay istedi. Sohbete başladık. İlk önce neden tekrar geldiği anlatmaya başladım ve Esadiye hakkında yazdığım yazıyı söyledim. İmdat Çalışkan Bey (Yüce Tanrı rahmetini esirgemesin) birden yerinden fırladı ve telefonuna sarıldı, heyecanla muhatabına aynen şöyle dedi: “Şahabettin Bey burada kim var biliyor musun? Saklı Cennet!”. Şahabettin Özden Bey uzun yıllar muhtarlık yapmış ince uzun boylu eğitimli bir zat. Hemen geldi. Uzaktan bakınca ilk dikkatimi çeken prensdögal desenli takım elbisesi oldu.
Esadiye Köyü Dağıstan kökenli vatandaşlarımızın yerleşim merkezlerinden biridir. Eğitimli, misafirperver, saygılı, dost insanlar yuvasıdır. Bu buluşmadan sonra İstanbul-İzmir arasında yolculuk ederken mutlaka uğradım ve birkaç kez de sadece oraya gidip dostlarımı, okul arkadaşlarımı ve ailemi götürdüm, döndüm. Her seferinde mutlu oldum, zor ayrıldım, çok keyif aldığım sohbetlere katıldım. Biz Anadolu insanları çok misafirperverizdir. Yemeyiz, yediririz, misafire yerimizi veririz. Bu güzelliği Esadiyeliler ziyadesiyle yaşattılar bana. Zaten zaman içinde Dağıstanlılar’ın ve Kafkas halkının aşırı misafirperver olduğunu dinlemişimdir. Salonumun bir duvarında asılı bir Kafkas hançeri vardır. Şahabettin Bey dostumun hediyesidir. Oturduğum koltuğun tam karşısındaki duvarda o bana bakar, ben ona ve her defasında aynı duyguyla huzur duyar yüreğim.
Bu anımı neden sizlerle paylaştığıma gelince. Yeni zamanlarda böyle dostane yakınlıklar gitgide azalıyor da ondan. Halbuki dostluk öyle maddiyatla edinilecek bir şey değildir. Dostluk yüreklerin anlaşması ile kendiliğinden kurulur ve gerçekse asla silinmez ne yüreklerden ne de anılardan. İşte zaman ilerledikçe, asırlar geçtikçe, menfaatler sevginin önüne geçtikçe insanlığın kaybetmekte olduğu bu en önemli manevî servet avuçlarımızdan akıp gidiyor. Gençken anlamadığımız bu gerçek yaşlanıp sona yaklaşınca ne de güzel hatırlatıyor kendini! Zaten duvarımda asılı süslemeli kama ile kitaplığımdan bana bakan Şeyh Şamil kitabı ile Dağıstan bayrağı varken hatırlamamam mümkün mü? (*)
(*) Her üçü de değerli Şahabettin Özden Bey dostumun hediyesidir.