Sevgili Okurlarım,
Ülke genelinde, gerek toplum yaşantısına, gerekse siyasi hayata, bir takım çıkar, menfaat ve rant amaçlı olarak örgütlenip kendilerini tarikat veya cemaat olarak tanımlayan grupların girdiği artık net olarak kendini göstermektedir. Bu oluşumların, siyaset platformunda kendilerine yer bularak, yapılarını genişlettikleri ise maalesef entelektüel kesimlerde uzun süredir kaygıyla izlenmekte ve tartışılmaktadır.
En genel perspektiften bakıldığında liyakatsiz siyasetçilerin sayesinde bu gibi çıkar gruplarının, toplum hayatına, dinde olmayan kuralları öne sürerek, müdahalesi, yine siyasetçiler eliyle söz konusu olmaktadır. Ancak Türk toplumunun, bu oluşuma oy vererek katkı sağlamasının temelinde, yeter eğitim almamış, biat eden kesimlerden olmasının da yer aldığı gözden uzak tutulmamalıdır. Bunun yanı sıra, kişilerin siyaset platformuna, ülkeye ve topluma hizmet amacıyla değil, şahsi ikbal, menfaat, çıkar ve zenginleşme için girdikleri bir sır değildir. İşte bu kişilerin de oy kaygısıyla, eğitimsiz kesime ihtiyaç duyması ise tehlikenin bir başka boyutunu işaret etmektedir.
Siyaset en genel anlamıyla, egemen olmak ve yönetmektir. Bu kapsamda, devletin idari alanda yürüttüğü tüm faaliyetlere, siyaset denildiği de dikkate alınmalıdır. Bunun yanı sıra, siyaset konusuna bir de felsefi açıdan yaklaşmanın da ihmal edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Siyaset kavramının felsefe açısından ele alındığında karşımıza siyaset felsefesi çıkmaktadır. Siyaset felsefesi, siyasal kurumlar ve bireyler içerisinde yoğunlaşmasının yanı sıra, bireylerin içerisinde yer aldığı toplumsal siyasal kurumların en önemlisi olarak düşünülen yasal siyasal ve ekonomik yapısıyla devleti en önemlisi iktidarı inceleyen bir felsefe disiplinidir. Günümüzde bu felsefe disiplininin ülkemizde tartışılması bile maalesef yapılamamaktadır. Yapıldığı kesimlerde ise, iktidarlar tarafından büyük baskılara, adaletsiz davranışlar ile ceza gibi tutuklamalara mazur bırakılmaktadır.
Antik Yunan döneminde, Platon’a göre, siyaset felsefesinin amacı, insanın mutluluğunun ve yetkin yaşamının sağlanmasıdır. Ona göre, insan ancak erdemli bir yaşam sürerek mutlu olur. Erdemin temeli bilgi, yaşamsal sığınağı ise devlettir. Antik çağda gündeme getirilmiş olan bu konunun ülkemizde 21. yüzyılda hâla anlaşılmamış olması sizlere acaba ne anlatıyor bir düşünmek gereklidir. Yine antik çağa bakacak olursak, Aristo’ya göre, siyaset insan mutluluğunu gerçekleştirme sanatı olup insanın kendisini “zoon politikon“ olarak görmesi nedeniyle gündeme gelmiştir. Antik çağda bu iki önemli bilim insanlarının, siyaset kavramında birleştikleri en önemli unsurun insanın yani bireyin mutluluğu ve bu mutluluğun da ancak erdemli bir yaşam şartının sağlanmasıyla mümkün olabileceğidir.
Ülkemiz, tüm fertlerin iştiraki ve Başkomutan Gazi Mustafa Kemal önderliği ve komutasında gerçekleştirdiği kurtuluş savaşından sonra 1923 yılında Cumhuriyet idaresine kavuşmuştur. Kuvvetler ayrılığına dayanan bu yönetim şekli Gazi Mustafa Kemal tarafından Türk halkına hediye edilmiştir. Ancak Türk halkı kendisine armağan edilen bu cumhuriyetin kazanımlarını ve özelliklerini ise maalesef içselleştirememiştir ki bunun da gelişmemesinin arkasında inanç temeline dayalı olarak halkı sömüren, kendisine tarikat veya cemaat denen unsurlar yatmaktadır. Her alanda, hamleler yapılıp ileri ülkeler medeniyetlerinin düzeyine çıkmak hedefi olması gerekirken Gazi Mustafa Kemal’in ölümü ile hemen karşı devrim hareketi zaman içinde örgütlenmeye, görünürde din kisvesi altında, ancak rant ve menfaat amaçlı başladıkları görülmektedir.
Nihayet 16 nisan 2017 referandumuyla kabul edilen ve 9 Ttemmuz 2018 tarihinde uygulamaya başlayan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi diye dünyada hiçbir ülkede görülmeyen bir tek adam rejimine geçilmiştir. Bu sistemin doğası ereği, bireyin mutluluğunun ön plana çıkması söz konusu olamaz. Bu tip otokratik sistemlerde, komünizm de dahil olmak üzere sadece yönetimin ve onun yandaşlarının çıkar ve menfaatlerinin ön planda olacağı ise yadsınamaz bir gerçektir. Yakın dönemde, Sovyet rejiminin de çökmesinin temelinde bireyin mutluluğu yerine komünist parti yöneticilerinin mutluluğu esas alınmıştır. Sovyet Rusya’yı çok iyi bilen ve orada bulunmuş bir teknik uzman olarak mühendislerin işçilerden daha az ücret aldığını, ev alabilmek için 30 yıl hatta daha da fazla beklendiğini de görmüştüm. Aynı durum otomobil alabilmek içinde geçerli olup, bekleme süresi ise 8 veya 10 yıl düzeyinde idi. Türkiye laik bir cumhuriyet olarak kurulmuştur. Ancak laikliğin tam olarak ne olduğu 100 yıla yakın bir süredir halka anlatılamamıştır. Ne oldukları belli olmayan ve kendilerini “hoca“ olarak empoze eden ve tamamı şarlatan olan bu kişilerden medet uman siyasetçiler ülkeyi kendi emelleri uğruna, bu gruplara teslim etmişlerdir. Türkiye’de mevcut tüm tarikat ve cemaatlerin istisnasız hepsi holdingleşmiş maddi çıkar grupları olup, islam dini içinde yeri olmayan bir takım sahte ritüeller ile yepyeni bir din yaratma peşindedirler. Siyaset ile tarikatın ilişkisine bakıldığında siyaset kurumunun onları oy deposu olarak gördükleri ve halkı manipüle etmek için ise tarikatı aparat olarak kullanma isteği olduğu 1950 yılından itibaren Türk siyasi hayatında görülmektedir. Siyaset kurumu ve siyasi partiler içinde yer alan siyasetçiler, bireyleri tek tek tatmin etmek ile uğraşmak istememekte bunun yerine tarikat olgusunu kullanmaktadırlar. Bu olgu çift yönlü ve karşılıklı menfaat ve çıkar ilişkisi içinde gündeme gelmektedir. Siyaset ile işbirliği içinde olması tarikatın da işine gelmektedir. Böyle olduğu zaman, tarikat hem kendi yayılma alanlarını genişletmekte hem de faaliyetlerini kolaylaştırmak imkânlarına sahip oluyordu. Bu ilişkinin ekonomik boyutuna da bakıldığında iktidara gelen partilerden maddi menfaatler temin ederek finansal açıdan da güçlenmiş olmaktaydılar. İktidarlardan haksız ihaleler almak devasa gelirler elde etmek ve vakıf şemsiyesi altına gizlenip de vergi vermemek elde ettikleri önemli kazanımların bir kısmını teşkil etmektedir.
Tüm faaliyetleri 30 kasım 1925 günü çıkarılan 677 sayılı yasa ile kesinlikle yasaklanmış olmasına rağmen, tarikat ve cemaatler Türkiye’de maalesef faaliyetlerine devam etmektedirler. Bunun en büyük müsebbibi de onlara imkân tanıyan siyaset kurumunun tamamıdır. Bu konuda siyasi parti gözetmeden ve ayırım yapmadan hepsinin sorumlu olduğunu ifade etmek isterim. Ülkede yapılan seçimlere ittifaklar halinde giren siyasal partilerin birde yanlarında sessiz ortak olarak tarikatın olduğunu anlamamak için aptal olmak gereklidir. Yasal olmayan ve yasak bir oluşum olan Nakşibendi tarikatına bağlı Menzil Cemaati basın açıklaması yaparak seçimlerde Cumhur İttifakını desteklediklerini beyan edebilmişlerdir. Bunun gibi, risale-i meşveret Nur Cemaati grubunun da benzer siyasi açıklama yaptığı gözlenmektedir. Yine aynı şekilde Yeni Asya grubunun da Millet İttifakını desteklediği basına yansımıştır. Bu gelişim ile tarikatın siyasetin ve sosyal hayatın ana unsurlarından birini oluşturduğu görülmektedir. Tarikatın, yaşaması, genişlemesi ve yayılması tamamen siyaset kurumuna bağlıdır. Tarikat liderleriyle konuşulduğunda önce siyasetle hiç ilgilenmediklerini söylemelerine rağmen, Adnan Menderes, Necmettin Erbakan, Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz ve Recep Tayyip Erdoğan’ın sık sık tarikata geldiklerini de açıklamaktadırlar. Bunun yanı sıra, Muhsin Yazıcıoğlu’nun Nakşibendi, tövbeli ve menzile bağlı olduğunu da gizlemediğini muhtelif konuşmalarımızda gururla anlatmaktadırlar.
Tarikat, siyasi partilerden sadece maddi menfaat temin etmekle kalmayıp aynı zamanda seçimlerde milletvekili aday kadrolarına da yer verilmesini talep etmektedirler. Bazı dönemlerde tarikatın bu isteği karşılandığı zaman tarikat otomatikman devlet yapısı içine girmiş olmaktadır. Kimse aksini iddia etmesin, bugün tarikat konusu ülkenin yabancı sığınmacılardan sonra ikinci en önemli konusu ise bunu tek sorumlusu hem iktidar hem de muhalefet partileridir. Tüm bunların yanı sıra, tarikat şeyhliğinin babadan oğula geçmesi ile aile işletmesi haline geldiği ise inkâr edilemez. Unutmamak gerekir ki tasavvufta “icazet“ denilen bir kavram vardır ki tarikat içinde en ehil ve en liyakat sahibi kişiye şeyhlik verilmesi esastır. Şu an Türkiye’de kendisini tarikat ve cemaat olarak tanımlayan gruplar, dini içerikli vakıf ve dernekler olup bir nevi “stk“ yani sivil toplum kuruluşlarıdır.